30 Eylül 2014 Salı

Gerçek insanlık, hayvan ölümlerine 'dur' diyebilmekle mümkündür


Sizin de elinizin kolunuzun bağlandığı ve çaresiz kaldığınız anlar olur mu? Mesela hayvanların her ne şekilde olursa olsun öldürülmeleriyle ilgili olarak. Doğru veya yanlış bilmiyorum ama devletin resmi birimlerinin de bu ölümlere sebep olduğuna dair haberler okuyoruz. Ülkelerin ticari amaçlı toplu katliamlarını okuyoruz. En dikkat çekici olan ve her yıl tekrar edilen Kanada'daki fok katliamı. Bireysel işkenceyle öldürüldüklerine dair haberler okuyoruz. İçim parçalanıyor bu haberleri okudukça. Çok özür dilerim ama insanlara karşı içimde nefret duygusu kabarıyor.

Kedilerle ilgili yazımda da belirttiğim gibi insanlara karşı olan sevgimde samimi değilim artık. Sadece yapımdaki sevginin bir yansıması o. İnsanlar sevgiye dair dışa vurumumu üzerlerine alınabilirler ama önemli değil. Hayvanları insanlar için yaratılmış olarak gören ve yaşama haklarını gözardı edenlere karşı sevgi beslemem söz konusu bile olamaz. O kadar saf değilim saflık derecesinde iyi niyetli olsam da. İnsan olarak insanların arasında yaşamak zorundayım ama insanların benim gözümde hayvanlardan hiçbir farkları yok. İnsan ölümlerine hayvanlardan daha çok üzülmüyorum, desem. Çünkü insan ölümlerinin de sebebi insanların kendileri ama hayvan ölümlerinin sebebi insanlar.

Belki şimdi sarf edeceğim cümleler manevi duyguları rencide edici düzeyde olabilir ama ben kurban kültürünün çok karşısındayım. Yok böyle bir şey insanlıkta, insanlığa dair din gibi unsurlarda. Yani Tanrı için kurban kesmek falan bana... dile getiremiyorum insanları yaralamamak için. Çünkü onlar da öğrendikleri şekilde yaşıyorlar. Hayata geleneksel ve de içinde yaşadığımız kültürel koşullara göre bakıyorlar. Ama ben ne yazık ki kabul edemiyorum böyle bir durumu. Yani Tanrı için mi hayvanlar toplu olarak kesiliyorlar, yoksa yemek için mi? Tanrı gerçekten kendisi için bir canın, canların yok edilmesini isteyebilir mi? Tanrı vicdanlı olanları ve dolayısıyla doğadaki her tür cana saygı göstereni daha çok takdir etmez mi?

Nefes alıyorlar, bakışlarıyla çok şey anlatıyorlar, dokununca tepki veriyorlar, sevildiklerini biliyorlar... Onlara karşı acımasız olmamızın sebebi hayatı onlarla paylaşmadığımız için mi? Tabi insan, insan olarak bile hayatı paylaştıklarına daha çok değer vermez mi? Peki duyarlı olabilmek için ne yapmalıyız? Onlarla birlikte yaşamadan da her canlının bir can taşıdığını ve onların da yaşama haklarının olduğunu nasıl anlatabiliriz, nasıl anlayabiliriz, bunun için daha başka ne yapabiliriz? Hepimiz suçluyuz hayvan hakları ihlallerinde. Sessiz kalarak suça ortak oluyoruz. Protein ihtiyacımızı başka şekilde karşılayamaz mıyız? Manevi duygularımızı bir canı yok etmeden tatmin edemez miyiz?

Belki bu söylediklerim Tanrı'ya karşı gelmek, dini duyguları hafife almak olarak algılanabilir ama hiç alakası yok. Eğer iyi bir insan olmak vicdanla, zararsız olmakla, herkese her şeye faydalı olmakla, herkesi her şeyi düşünmekle alakalıysa, benim bir canı yok etmemle mi ben din veya Tanrı karşıtı olacağım? Sen can yok ederek kendini iyi hissedebilirsin ama benim can yok etmek istememem ne beni bir şeylerin karşıtı yapar, ne senden daha kötü.

Tabletle beslenmeye geçilse, belki de geleneksel yapımız da değişebilir ve daha duyarlı canlılar haline gelebiliriz.

Bir erkeğin penis bölgesine günde kaç kişi bakar?


Bir kadının göğsüne günde kaç kişinin baktığının araştırması yapılmış. Peki neden günde bir erkeğin kasık bölgesine kaç kişinin baktığının araştırması yapılmıyor (Bu araştırma göğüs kanserine duyarlılığı arttırmak amacıyla yapılmış ama sonuçta böyle bir bakış açısı var.)? Çünkü erkek egemen sistem karar veriyor neyin seks objesi olacağına; kadınlar seks objesidir, erkekler sadece bu obje hakkında söz sahibi olan taraftır. Kadınlar da kadınların göğüs bölgelerine bakıyormuş erkek egemen yapının seks anlayışını pekiştirircesine. Aslında pek dile getirilemez bir insanda hangi bölgeye bakıldığı ve "ilk dikkat ettiğim yer gözler" denilerek yalan söylenir.

Batı'da bu tarz araştırmalar yapılabilir insanların bakma ve ifade özgürlüklerinden dolayı. Oysa cinselliğin tabu olmasından dolayı cinsel açlığın daha fazla olduğu toplumlarda cinsel bölgelere bakılması kaçınılmazdır. Ama bunu doğal karşılamayız. Çünkü cinsellik utanılacak bir şeydir ve kaçamak bakabiliriz ancak.

Bakılanlar da bakılmaktan rahatsız olurlar. Tacizdir bunun adı cinselliğin tabu olduğu toplumlarda. Ama kimse görmeyecek şekilde bakarız veya bakmamak için tutarız kendimizi. Biz daha televizyonda bile ileri gidilmeyen cinsellik sahnelerinde, hatta üstü çıplak sahnelerde bile başımızı çeviririz. Kendimize bakıyor muyuz acaba çıplak olarak?

Konuya neden mi değindim? Sadece kadın veya kadına dair bölgeler değildir cinsel anlamda bakılacak olan. Kadınlar da bakıyordur erkeklere. Tabi onlar kültürlerine göre bakıyorlardır. Çünkü bir kadının, bir erkeğin penis bölgesine bakması, kadının değerini azaltan bir durum olarak değerlendirilebilir ama erkek kadını elde edinceye kadar kadının bölgesel bakışının açık bir davet olmasından dolayı sorun yoktur. Yapmaz değil mi kadınlar böyle bir şey? Ancak sınırları aşmış bir kadın bu kadar cesur olabilir.

Bana gelirsek... İstediğiniz sınıfa sokabilirsiniz. Evet bir erkeği tepeden tırnağa tararım. Çünkü seviyorum erkeğe estetiksel açıdan bakmayı. Bunun içinde cinsellik de olabilir, arzular da olabilir ama ben bakarken sanatsal açıdan da bakarım erkeğe. Herkesin cinsel anlamda bölgesel takıntıları vardır ve bazı bölgeleri fetişleştirebilir ve bu yüzden inestetik bölümleri görmez bile.

Oysa bende öyle değildir. Çünkü hangi amaçla baktığım belirler benim bakış açımı. Amaç cinsellikse, çok şekilci değilimdir göbekli olmaması koşuluyla ama genel anlamda bacaklarla bel bölgesi oranına, iki göz arasındaki mesafeye, çenenin alına oranına, bacak aralığının genişliğine ve en önemlisi poponun yuvarlaklığına...

Dedim ya, cinsel amaçlı bakıyorsam penis bölgesine de bakarım. Ne yani, yalan mı söyleyeyim. Bana sapık da diyebilirsiniz, tacizci de diyebilirsiniz ama bakışlarım karşımdakini rahatsız etmez. Çünkü baktığımın farkında bile olmaz. Evet, bazıları gizli bakıldığını öğrenince mahremiyetine bir taciz olarak algılayabilir bunu ama ne yapalım; kör mü olalım?

Bu kadar şeffaflığımdan dolayı Yasemin Allen olayından sonra tacizi meşrulaştıran blog yazarı olarak kendi kendimi tescillemiş oluyorum bu konuda değil mi? Hiç de öyle değilim. Şekilciliğe karşı da olsam estetiğe değer veriyorum ve öyle anlattığım gibi diğerlerne göre çok bakan biri de değilim aslında. Bazen yanımdan geçen tanıdıklarımı bile fark etmem yolda giderken bile düşünme halinde olduğumdan. Çünkü yaptığı ve yapacağı işi çok olanlar hep düşünürler. Ama insan bir güzel görünce de bakmadan edemiyor. Ama ben o kadar utangaç birisiyim ki, o yüzden hiç kimse görmez baktığımı. Sanırım utangaç ve içine kapanık biri olmam, kendimi yazarak ifade etmeme sebep oluyor.

Unuttum; erkeğin erkeğe bakması, erkek egemen toplumlarda namus meselesidir değil mi? Hele bir erkeğin penisine bakmak bir erkek olarak... Bu yazıyı okuyan ve beni tanıyanlar, bundan sonra benim bakışlarımı kontrol edecektir muhtemelen.

Adam Levine içindeki hayvanı çıkartmış!


Maroon 5'in son albümünden "Animals" şarkısına çekilen klibi izleyince, gene müzik konusunda dile gelme, ülkemizdeki müzik anlayışıyla Batı'daki gerçek müzik anlayışı arasındaki uçurumları ifade etme ihtiyacı hissettim. Çünkü insan bu konuda yaralıysa, müzik adına güzel bir şeyle karşılaşınca düşüncelerini paylaşmadan duramıyor. Yani resmen çarpılıyorum ben yabancı müzikleri dinleyince, klipleri izleyince ve "bizimkiler de müzik mi yapıyor, klip mi çekiyor?" diyor ve kulağımın duymaktan artık rahatsız olduğu, "onlardaki imkan bizde olsa, biz daha iyisini yaparız" bahanesini olağanca gücümle bastırıyorum. Sen de sağla o imkanı veya sağlat; kazancını cebine koyacağına, koyduracağına. Lüks bir hayat yaşayacağına, işine yatırım yap-tır.

Davullar bile başka çalıyor yabancı şarkılarda; onlarınkinden gümbür gümbür ses çıkarken, bizimkilerinkinden tıkkıdı tıkkıdı ses çıkıyor. Acaba müzik algımız zayıf olduğu için, şirketler de alt düzeyden bir alt yapı üzerine mi müzik yaptırıyor bizim müzisyenlere? Yenilik desen zaten olmuyor bizim şarkılarda. Aynı düz dikiş yapan makina gibi rutinin dışına çıkılmıyor. Bu tekdüzelik bağımlılık yaptı da, müziğimizin de ticari kayba uğramaması için yerinde mi saydırılıyor acaba? Müzisyenlerimiz de haklı. Ticari ve talebe göre iş yapma zihniyet yüzünden özgür müzik yapamıyor olabilirler; bunun örneklerini duyuyoruz, okuyoruz.

Sanırım geleneksel ticari anlayıştan kurtarılması gerekiyor müzik piyasamızın. Yani babadan oğula geçen bir işletmeclik anlayışı var müzik piyasamızda da ve kimse riske girmek istemiyor yenilikçilik yaparak sanırım. Bir süre sonra ne oluyor; tıkanıyor piyasamız. Sonra da, "insanlar neden albüm almıyor?" deniyor. Niye alayım senden daha alasını yapanlar varken? Mesela günümüzün bizim pop starları albüm yapıyor, şarkı yapıyor, yüzüne bakılmıyor desem yeridir ama elin oğlu bir şarkıya bir klip çekiyor, şarkı da evrensel, klipte sinematografik... Doğusu da bayılıyor, batısı da. Çünkü yapılan iş en üst düzeyden; dinlettiriyor, izlettiriyor kendini. Şarkının liste durumuna baktım, Endonezya'da da 1 numara, Güney Kore'de de 1 numara; oraları nere, Amerika nere.

Yabancı müzik bizde belli kesime hitap eden bir tür. Melankolik ruhumuza hitap eden ağdalı ağdalı şarkılar varken, hüznümüzü bile daha evrensel şarkılarla daha doğal yaşamak neyimize değil mi? Rock müziklerimiz bile buram buram arabesk kokuyor. Yabancı şarkıların sözlerini falan da hep basit buluruz. "Türkçe'ye çevrilse bu şarkılar dinlenmez" deriz. Alışmışız uyaklı tekerleme şarkı sözlerine ve çıkamıyoruz bu kalıpsallığın dışına. Yabancı şarkılara bakıyorum... Adam mesajını veriyor mu, veriyor, kliple ironisini yapıyor mu, yapıyor, içinden geldiği gibi anlatıyor mu anlatmak istediklerini görsel ve işitsel olarak, evet. Daha bizimkiler çıplaklığı hedef göstererek ahlakçılık yapmaya devam etsin, sevişmek sadece dört duvar arasında gerçekleştirilsin, desin. Klipte sevişilirse, öpüşülürse, gençlerimiz bunun mahrem değil de doğal bir şey olduğunu düşünüp özenebilirler, uygulayabilirler değil mi?!

Sanatta özgürlük olmazsa, o iş sanat sayılmaz. Sanatta çıplaklık da olur, cinselik de olur, her şey olabilir hayata dair. Olumsuz bir şey anlatılsa bile buna özenileceği anlamına gelmez ki. Sanatın ahlakı, estetiğidir. Çıplaklık da olur, sevişmek de olur, hayata dair her şey olur sanatta. Sanat mı yapmak istiyorsun, insanları sadece eğlendirmek istiyorsun? Buna karar verdikten sonra değerlendirme yapabilirsin, eleştiri yapabilirsin ancak. Kalkıp da "bu işte çıplaklık var, sevişme var, bu ahlaksızlıktır" dersen, o zaman "sen ne yapıyorsun, senin ne işin var bu piyasada" demezler mi? Hani bırakın bazı sanatçıları, otorite kabul ettiğimiz müzik yazarları bile çıplaklığa kafayı takabiliyor. Yapılan işe bakarsın; iyi ise dinlersin, değil ise çeneni bile yormazsın.

Adam Levine'in sesinin rengine, yorumuna, işindeki mükemmelliyetçiliğine şapka çıkarmaktan başka da yapılabilecek hiçbir şey yok. Adam Levine genel Türk dinleyicisinin gözünde hangi konumda bilmiyorum ama adamın zirve olmasının tek sebebi Amerikalı olması değil, dünyalı olması. Tabi iç gıcıklayıcı karizmasını da bonus olarak değerlendirmekte bir behis yoktur sanırım.


Kadın voleybolunda Milli Takımımız geçiş döneminde mi?


Kadın voleybolunda Milli Takım olarak bir geçiş döneminde, yükselişe geçmek için hazırlık evresinde miyiz? Büyük ihtimal ama çıtayı daha yükseğe taşımak ve sanırım diğer spor ülkelerinden geri kalmamak için de yapılması gereken ne ise o yapılmalı. Belki geçmiş dönemlere göre çok iyi konumda olabiliriz ama önemli olan dünyanın gerisinde kalmamak. Sanırım biz hiçbir zaman dört dörtlük bir takım olamıyoruz. Bütün mesele burda. Takımın bir tarafı tamamlansa, bir tarafı eksik kalıyor. Belki de dünyanın 1 numarası olmak için iki tane A sınıf oyuncu kadrosuna sahip olmak gerekiyor Brezilya gibi. Yani libero ile 7 kişilik sahaya çıkacak tam takımın olsa bile, o gün formunda olmayan her mevki oyuncusunun da bir yedeği olmalı. Çünkü voleybol bir takım oyunu ve halkalardan birisi aksadı mı zincirleme kazaya sebep olabiliyor, en azından başarı neticeye ulaşmıyor. Eksik halkayla başarıya ulaşmak için, karşı tarafta da bir aksaklığın olması gerekiyor. Bu halka eksikliği bir de psikolojik olarak etkilerse takımı, kilitleniyorsun takımca ve hiçbir şey yapamıyorsun. Biraz da coşku işi voleybol. Ne kadar moralliysen, o kadar iyi oynadığın gibi karşı tarafı da demoralize edebiliyor bu coşku.

Takımımıza teknik olarak değinmek gerekirse... En başta gerçekten Neslihan'ın yerini doldurabilecek bir çapraz yetiştiremedik 10 yıllık süreçte. Belki Seda ve Polen iyi birer çapraz oyuncu ama Neslihan ile kıyaslamak, onların oyunculuğunu sorgulamamıza sebep oluyor. Bir de voleybol da sakatlanma olayı olmasa. Hele stres kırığı denilen durum... Oyuncunun ne zaman kendine geleceği bile belli olmuyor. Yani bildiğimiz anlamda bir kırık değil ki. Ayağa spor yaparken fazla yük binmesi sonucu oluşan ödemlerin kemiğe fazla basınç yoluyla ağrı yapması durumu. Yani spora ara vermen gerekiyor. Ve Seda da bu durumdan en muzdarip oyuncularımızdan. Belki de Seda'dan istenilen verimin alınamamasının en büyük sebebi bu rahatsızlığının olması. Onun yerini doldurabilecek genç oyuncularımız da var ama voleybol artık günümüzde sadece güce dayalı olmadığı için tecrübe de gerektiriyor.

4 numara smaçörleri açısından şanslı taraflarımız çoktu. Çünkü 4 numaranın görevi sadece smaç yapmak değil, düzgün manşet alıp pasöre isabetli top taşımak da. Ve hatta iyi defans yapmak da. Bugüne kadar Natalia Hanikoğlu dışında bu işi en iyi yapan oyuncularımız Esra ve Gözde oldu. Tek eksikleri vardı; boylarının 1.80 civarında olması. Bu da uzun takımlara karşı zaman zaman sıkıntı yaratsa da Esra sıçrama yüksekliğiyle, Gözde de blok aralarından geçerek veya sert smaçlarıyla işi halletti. Neriman da gelmiş geçmiş en iyi 4 numara oyuncularımızdan. Hatta onun artısı çok sert bir smaçör olması. Ama onun da manşet sorunu ortaya çıkabiliyor zaman zaman. Yani her oyuncunun artılarının yanında eksileri de olabiliyor. Olmayan oyuncular yok mu dünyada? Olmaz olur mu? Osmokrovic'i nasıl unutabiliriz. Sokolova'yı, Logan Tom'u nasıl unutabiliriz. Peki ya Kim'e ne demeli? Onun hiç kusuru yok ama. Bana göre o dünyanın gelmiş geçmiş en iyi voleybolcusu; smaç servis onda, manşet onda, defans onda, blok onda, bir maçta 40 sayı yaparak skorerlik ve öldürücü smaçlar onda. Kore'nin Türkiye'den doğan güneşi bence o.

Orta oyuncular konusunda da sıkıntımız yok sayılabilir ama bizim orta oyuncularımızın asıl görevleri olan blok yapma sorunu var. Tamam skor da üretsinler ama karşı takımı caydırıcı çok önemli bir unsur blok yapmak. Blok karşı takımı hataya sürükler ve voleybol artık karşı tarafın hatalarıyla kazanılan bir oyun. Yani senin topu smaçla sahanın içine gömmen gerekmiyor. Aysun çok iyi idi, Özlem iyi idi, Eda çok iyi idi, Bahar eh! Ve Kübra... Yaşı çok küçük daha. Bir smaçör kadar skor üretebiliyor ama bloklar için biraz daha tecrübelenmesi gerekiyor. Ve bu mevkide görevini en iyi yapan, yani en iyi blok yapan Milli Takıma nedense dahil edilmeyen Ayşe Gökçen. Pasör sorunumuz hiç olmadı, olmaz da. Bahar Urcu, Elif, Özge, Naz, Asuman ve genç kızlardan çok iyi pasörler var daha. Liberolarımız da hep iyi idi; Gülden, Gizem, Nihan, Merve...

Demek ki bizim sıkı bir pasör çaprazına ve de orta oyuncularımızın blok yapmasına ihtiyacımız var. Ama en önemlisi neye ihtiyacımız var biliyor musunuz? Antrenöre. Reşat Yazıcıoğulları dışında bir türlü antrenörlerimize hiç ısınamadım gerçekten. Kızlarımız sanki kendi iradeleriyle oynuyor gibi. Yani antrenörlerin katkısını hiç göremiyorum.

Şu anda Dünya Şampiyonası oynanıyor ama işler hiç iyi gitmiyor. Gerçekten Gözde ve Neriman olmasaymış, halimiz içler acısıymış. Yerlerde sürünmüyorsak, diğer kızlarımıza haksızlık olmasın ama onlar sayesinde. Belki Eda ve Neslihan sakat olmasalardı, Esra da Milli Takım'dan ayrılmasaydı, 3-0 kazanacağımız maçları hatalarımız yüzünden 3-2 vermezdik. Her zaman zirvede olabilmek için, bir Rusya, Brezilya veya Amerika gibi sürekli sıkı sporcu yetiştirmek gerekiyor. Bir zamanların zirveye oynayan Küba'sına bakarsanız 22. sırada. Demek ki yükselişler gibi düşüşler de olabiliyor. Umarım başta da dediğim gibi geçiş döneminde, genç kızlarımızın tecrübelenme dönemindeyizdir.

29 Eylül 2014 Pazartesi

Sokaktaki her kedi sahipsiz değildir; hemen evinize götürmeyin


Bugün kedilerimden 4 aylık olan birisi 1-2 saatlik süre içinde kayboldu. Sağlık Ocağı'na gidip gelinceye kadar... Büyük ihtimal birileri götürdü. Çünkü bakımlı kediyi görünce içlerinde tuttukları sevgi depreşiyor ve benim kediler de insancıl oldukları için korkmuyorlar, kaçmıyorlar ve götürülüyorlar. Sonrası ne oluyor? Kedilerimin götürülmesine üzülmüyorum aslında. Sıcak bir yuvaları olacağını bilsem üzülmeyeceğim ama kedileri evlerine götüren insanların sevgileri tükendikten sonra ne olacak; büyük ihtimal sokağa bırakılacak. Daha da kötüsü şiddet mi görecek, şu kısacık hayatları acıyla ellerinden mi alınacak? O yüzden sokaktaki her kediyi sahipsiz diye götürmesin kimse. Hava almak için dışarıya çıkarılmış olabilir, meraklı canlılar oldukları için evden dışarıya çıkmış olabilirler... Zaten insanlar hayvanların sahibi değillerdir ama bu onları bulundukları noktadan götürülmeleri için sebep sayılamaz. Samimiyseniz hayvan sevginiz konusunda, sokakta gerçekten bakıma muhtaç olup da sahibi olmadığı anlaşılan kediler var. Ev önünden kedi götürmek... Eğer bu işi yapan çocuklar ise, aileler çocuklarına kedileri aldıkları yere bıraktırsınlar.

Çok şey istiyorum değil mi savaşların olduğu dünyada kedilerin durumunu düşünerek! İşte insanların bu türcülüğü yüzünden insanlara verdiğim sevgiye acıyorum ve insanlara karşı sevgim konusunda samimi değilim. Evet içimde hiç kimsenin tahmin edemeyeceği boyutta sevgi var ama hak edilmediği için sadece hayvanlarla paylaştığım bir sevgi. Bugün yazdırdığım ilaçları eczaneden alırken bir adam bana ve eczacı kalfasına şeker verdi cebinden çıkararak. Ne güzel dedim, ne büyük hoşgörü, ne esnek bir gönül dedim... Gözü çapaklanıyormuş da, göz damlası almaya gelmiş. Ve bu gözünün çapaklanmasının olumsuz etkisi neye karşıymış biliyor musunuz? Ava gidiyormuş da, kuşları vururken... Yani nasıl bir bilinçtir bu ki iyilik anlayışı da işte bu bilince göre. Yani insanlar var, sadece kendilerini düşünen insanlar... Bu insanların iyiliği de belki sadece kendi tanıdıklarına, kendi çevrelerine veya bilemedin en fazla kendi milletlerine karşı. Sessiz kaldığımı sanmayın bu duruma. Olumlu bir yaklaşımla hayvanların keyif için öldürülmelerinin yanlış olduğunu söyledim. O da kendini savundu tabi. Çünkü hayvanlar aleminde bütün hayvanlar birbirlerini yiyiyormuş. Ben de "insanlar gibi keyfi öldürmüyorlar ama" dedim. Tabi savunacak ya kendini. "Ben zaten kaç yaşında bir adamım" dedi. Yani ava fazla gidemiyormuş.

Transseksüellerle ilgili yazımda da belirttiğim gibi, herkesin hayata bakış açısı, sorunlara bakış açısı ve de öncelikleri oluşturdukları yaşam tarzına, kültürlerine göre farklı ama iş hak konusuna gelince ortak, evrensel bir noktada buluşulması şart. Hayvan da bir canlıdır, insanın da her türlüsü bir canlıdır ve eşit şekilde yaşama hakları vardır. İyilik yapıyorsak, herkesi, her şeyi göz önünde bulunduracak şekilde yapmalıyız. Konu gene saptı birbiriyle bağlantılı olsa da. Yazımın başlığında dediğim gibi, lütfen sokaktaki kedileri, sahipsiz falan diyerek bulundukları noktadan alıp götürmeyin.

Bugün işlerimi halletmenin huzurun yaşayacakken, gene dağıldım kedilerimden birinin kaybıyla. Kimin umrunda bu? Hiç kimsenin. Dünyada savaşlar var değil mi, hatta dolar yükselmiş, vesaire. Ama benim için de kedimin kaybolması dünyadaki bütün sorunlardan daha önemli. Bilmem anlayabiliyor musunuz? Hatta Radikal Blog'ta bile böyle kişisel yazıların ne işi vardır değil mi? Zaten ön plana çıkan yazılara bakarsanız, sadece siyasi yazılar olduğunu görebiliriz (O önemli görülen siyasetin arkasında bile hümanizmin olmaması yatmıyor mu?)... Hatta bazı yazarlar "eşcinsellik doğal değildir, özendirilmemeli" diye homofobisini bile kusabiliyor. Adına düşünce özgürlüğü diyorlar bu nefret suçunun bizim ülkemizde; oysa Batı'da nefret suçu. Bir kedinin evin önünden götürülmesi hangi boyutta suç acaba? Hayvan öldürme suçu bile 3-500 yüz lirayla telafi edilebiliyorsa... Peki hayvan arama birimleri var mı? Çok saçma oldu değil mi? Sokaktan hayvan toplama birimleri var bu ülkede ancak. Evet dağıldım dedim ya bugün... yazılarım da dağınık dağınık...

Mülteci transseksüeller


Dünyada herkesin hayata ve sorunlara bakış açısı çok farklı; bazıları için sorun olan şey, bazıları için sorun olarak görülmüyor bile. Mesela transseksüellik, transseksüeller için kimlikleri açısından hayatlarının bir numaralı sorunu haklı olarak cinsiyetçi heteroseksist toplumda ama heteroseksist toplum için transseksüeller lehine halledilmesi gereken bir sorun değil de, kurtulunması gereken baş belası gibi bir durum. O yüzden çoğunluk, kendilerine benzemeyenlerin yerine kendilerini koymaya hiç lüzum görmüyorlar. İnsanlığa dair vicdan gibi, acıma gibi duygular, farklılıklara karşı ne yazık ki devreye girmiyor.

Transseksüeller gibi farklılıkların sorunları sadece ayrımcılığa maruz kalmak da değil; yaşama hakları ellerinden tam anlamıyla alınma noktasında olduğu için ülkelerini terk etmek zorunda kalabiliyorlar, mülteci statüsünde insanca yaşamanın yollarına düşüyorlar. Mültecilik hiç kolay değil; hele benim gibi yerleşik düzene alışmış kolaycılar için ölüm gibi bir şey ama insan zorda kalınca yollara düşebiliyor demek ki. Sadece yollara düşmek olsa o da iyi.  Nasıl bir yaşam bekliyor acaba onları?

Bir kere en başta hep ötekisin, hep sığınmacısın ve en zor işleri yapmak zorundasın, şansın yaver gitmezse sosyo-ekonomik olarak hep geriden gitmek zorundasın, ne bileyim yama gibi durabilirsin veya çok güçlü bir adaptasyonun yoksa sen kendini hep dışarıda hissedebilirsin. Yeniden bir yaşam kurmak, yeni bir dil ve yeni bir yaşam tarzı o kadar kolay olmasa gerek.

Belki özlenilen şeyler özgürlük gibi hasret kaldığımız şeylerse, hem zorluklar umrumuzda olmayabilir, hem de yeniden doğmuş gibi kolayca uyum sağlayabiliriz yeni bir hayata. Ama bazıları çaba sarf etmeden özgür ve de güzel bir şekilde yaşayıp, bazıları bunun için çok çaba sarf ediyorsa, özgürlük için her şeye değmesine rağmen bir adaletsizlik söz konusu. Tamam özgürlüğü ellerinden alınanlar özgürlük için mücadele etsinler, etmeleri de gerekiyor ama keyfi yerinde olanlar da özgürlük karşıtlığı için mücadele etmeli. Bilerek özgürlük karşıtı olanlar var, bir de keyfini bozmak istemeyen duyarsızlar var. Bu tarz insanlara karşı da mücadele verilmesi gerekiyor.

Transseksüeller seks işçiliği yapmak zorunda bırakılıyorlar. İsteyen bedenini istediği şekilde kullanabilir de ama seksi işçiliğini transseksüellerin kendi istekleriyle yaptıklarını düşünmek vicdansızlıktır. Siz transseksüelleri normal kabul edin, bakalım seks işçiliği mi yapacaklar, çalışacaklar mı? Ki seks işçiliği yapsalar da kimsenin kimseyi dışlamaya hakkı olamaz; seks denilen bir şey varsa, işçiliği neden olmasın. Transseksüellere küçücük bir iş ortamı verilse, belki bunun mutluluğuyla bile kendilerini toplumun bir parçası sayacaklar ve hayata karşı daha umutlu olacaklar, güçlüklere karşı daha sabırlı olacaklar, daha pozitif bakacaklar hayata...

Ben işçiliğin ne demek olduğunu çok iyi bilirim. Eşcinsel olarak çalışmanın da, eşcinsel olarak işsiz kalmanın da... İnsan hiç yapısına uymayan işleri bile yapmak zorunda kalabiliyor. Yapısına uygun değil derken, bünyesinin kaldıramayacağı demek istiyorum. 5 saat çalışıp bir hafta hasta olup yatmak gibi. Kalkmış birileri de, transseksüelleri seks işçiliğiyle etiketliyor. İnsanın orgazm dışında, zevki dışında sürekli seks yapması... Her yapıya ne kadar uygun olabilir ki... Belki de insanlarımızın en büyük sorunu bu; laf olsun şeklinde düşünmek ve konuşmak.

Mültecilik çok kötü bir şey. Kimsenin başına gelmesini istemem. İnsanlar başka ülkelere göç edebilmeli ama mecburiyetten değil kendi istekleriyle. Heteroseksüeller veya trans olmayan cinsiyetler, cinsel kimlikleri yüzünden göç etmek zorunda kalmıyorlar. Genel anlamda heteroseksüellerin ne kadar umrunda bu durum? İnsanlık dışı duyarsızca davranışlar demek ki sadece iktidarların politikalarının sonucu değil. Göz yumulduğuna göre herkesin duyarsızlığının bir sonucu. Acaba göz yumanlara göre transseksüellerin gitmeleri mi gerekiyor gözlerinin görmeyeceği kadar uzaklara?

Başta da dediğim gibi herkesin hayata ve sorunlara bakış açısı farklı. O yüzden mülteci bir trans da ayrımcılığa maruz kalıp öteki olmanın ne demek olduğunu bilenler dışında kimsenin umrunda olmayabilir. Günlük rutin işler bile bir transın hayat mücadelesinden çok önemli olabiliyor. İnsanlıktan bahsetmiştik değil mi? Peki sizce ne yapabilir trans bir mülteci idamesini sağlayabilmek için? Seks işçiliği? Onları, bakışların bile sokağa çıkmasına engel teşkil edebileceğini hiç düşündünüz mü? Sanki suçluymuşsun, vebalıymışsın gibi bakışların hep üzerinde olması, hatta işin taciz boyutu, şiddet boyutu...

İnsanlar birbirlerine karşı faydacı, faydalı olabiliyorlar ama eşcinsellere ve transseksüellere karşı değill; evleri olmayabiliyor, işleri olmayabiliyor, aileleri zaten yok gibi bir şey, toplum zaten hedef almış onları... Buna rağmen kimseye zarar vermeden yaşam mücadelesi veriyorlar ama buna rağmen de insanlar onları yani eşcinsel ve transseksüelleri, yardım etmeyi bir tarafa bırakın rahat bırakmıyorlar.

Eşcinsellerin kadın arkadaşlarına heteroseksüel erkeklerin bakış açısı

Yazma sebebim ve ana yazı konum eşcinsellik ise, ister gerçek olsun isterse önyargı, hiçbir ayrıntıyı atlamam gerek değil mi? Diğer eşcinsellerin de mutlaka başına geliyordur ama ben eşcinsellik konusuna biraz da sosyolojik gözlüklerle baktığımdan, eşcinsellik yapısına ters gelen durumları direkt terslemek yerine, farklı yaklaşımları irdelemeyi de seviyorum. Bu konulara açıklığım tabiki de uygulama bazında değil; sadece karşı tarafın amacını ve bu amacın sebeplerini öğreninceye kadar.

Konuyu fazla uzatmayayım isterseniz. İnsanlar arasında veya toplumda, eşcinsellerin kadınsılığından, kadınlarla aralarının da hep iyi olduğu düşünülür ve bazı hetero fırsatçıların da kaçırmak istemediği bir durumdur bu kadın-eşcinsel arkadaşlığı. Hani sana eşcinsel anlaşılmayayım diye yolda görse selam vermeyen insanlar, seninle arkadaşlık kurmak isteyebilirler bu yüzden.

Eşcinsellerin kadın arkadaşlarından istifade etmek isteyen heteroseksüeller belli bir gruba mı aittir; yani karşı cinsel ilişkileri güçlü olmayanlardan falan mı oluşur; olabilir de, olmayabilir de. Çünkü fırsatçılık kategorisel bir şey değildir.

Tabiki heterolar açısından böyle bir beklenti haya kırıklığıyla sonuçlanacaktır. Çünkü eşcinsellerin kadınlarla arkadaşlığı sadece arkadaşlık bazındadır ve yatak odasıyla uzaktan yakından alakası yoktur. Bir kere böyle bir hainlik insanlığa sığmaz. Bir de bu aracılık yaptırma durumu eşcinselliği küçümseyip, eşcinsellere hakarettir resmen.

Böyle bir teklifi eşcinseller yapsa nasıl olur acaba; yani lezbiyenler erkek arkadaşlarına kız arkadaş ayarlatsa... Veya erkek eşcinseller, hetero arkadaşlarına onların hetero arkadaşlarını ayarlatsa... Sanırım cinayet çıkabilir. Erkeke egemen toplumda belki lezbiyenlerin tekliflerine fantastik bakılabilir de, erkek eşcinsellerin teklifleri ters teper.

Biraz önce dediğim gibi eşcinselleri tam bir insan yerine koymamakla alakalı olabilir bu durum. İnsan yerine koymamak belki bazı heterolar için ağır bir tabir olabilir ama eşcinsellere karşı daha bir lakayıtlık söz konusu.

27 Eylül 2014 Cumartesi

Dergicilik toplumların kültür seviyelerinin bir ölçüsüdür


Dergi diyince benim aklım başımdan gider. Ama kuşe kağıda değil de normal gazete kağıdına basılan dergiler. 80'lerde TV'de 7 ve Hey dergisiydi benim dergilerim Gong ve Ses dergileriyle birlikte. Ne yazık ki onlar da yok artık şimdi. Zaten bizde kaç dergi uzun ömürlü olmuştur (dergi hastalığımı bir dönem kadın dergileriyle tatmin etmişimdir bu yüzden).

Okumayan kültürün uzun süreli dergi yayıncılığı mı olur? Her şey ticaret üzerine kurulu. Para kazandırıyorsa bir iş öyle yapılır bu ülkede. Avrupa'ya, Amerika'ya baktığımızda, dergiler dijital dünyaya rağmen gene yayın hayatlarına devam etmektedirler. Çünkü oralarda her şey para üzerine kurulu değildir para kazandırsa bile. Çünkü yapılan işin amacı öncelikle para değildir. Para sadece bir araçtır.

Yok artık müzik dergilerimiz, TV dergilerimiz... Magazin anlamında gay dergimiz hiç olmadı. Bir dergi kağıda basılı olarak çıkacaktı sanırım iptal oldu. Belki basılır da ama pek umutlu değilim. GZone olarak internet üzerinden piyasaya çıkan eşcinsel dergiden bahsediyorum. İçeriği güzel derginin ama benim dergicilik anlayışım sadece habere ulaşmak değil; dergicilik ruhuna uygun bir şekilde arşivimde saklamak amacıyla elle tutulur bir şey olması da önemli.

Batı'daki gay magazin dergilerine bakıyorum da, içimi heyecan kaplıyor, çocukluğuma gidiyorum dergi dönemindeki gibi. Her hafta bir derginin yeni sayısını beklemek bambaşka bir hayattı benim için, hatta vazgeçilmezim, olmazsa olmazlarımdandı. Mazi oldu hepsi. İnternetten tabiki de çok memnunum ben de kendimce bir şeyler yapabildiğim için çok gerçekçi olmasa da ama birilerinin yaptığı işleri kağıt üzerinden takip etmeyi özlüyorum. Biliyorum o günler bir daha hiç gelmeyecek. Eskiden bazı dergileri biriktirmediğim için de üzülüyorum aslında. Var bir çok derginin bir çok sayısı ama dergisiz günlere de geleceğimizi bilseydim, dergi konusunda daha arşivci olurdum.

90'larda Blue Jean vardı hala yayın hayatına devam eden ama beni artık hiç tatmin etmediği için takip etmeyi bıraktığım. Yani sayfa düzenleri karman-çorman. Eskiden yazılar fotoğrafların üzerine yazılmazdı. Fotoğraflar yazılardan ayrı olurdu kesip saklayabileceğimiz şekilde. Belki yabancı dergilerden alıntı şeklinde olurdu ama bana şimdikilerden daha orjinal gelirdi o dönemki dergicilik tarzı bana.

2000'lerde Rolling Stone ve Billboard dergilernin Türkiye versiyonları basıldı ama onlar da çok uzun ömürlü olmadı. Çok kısa ömürlü Boom, geniş kitlelere ulaşmayan ama üst kesime hitap eden Roll veya sadece teenage kesime hitap eden Top Pop gibi dergiler de vardı 90'larda, 2000'lerde.

Politik olan kültür yaşam dergisi Kaos GL bile dergi dünyasının en uzun ömürlü dergisi olacak bu gidişle. Magazin dünyasında bile Kaos GL ruhu olsaydı, dergiciliğimiz bambaşka bir boyutta olabilirdi.

Müzik diye bir dergi çıktı tüm albümlerin satış listesini yayınlayan Billboard benzeri; o dergi beni çok heyecanlandırmıştı ama o da kısa ömürlü olmuştu. Çok satın almadığım Yüksekses vardı. Rock dergisi Kazan vardı. Güneş gazetesinin eki Gençlik dergisi vardı. Kral Müzik dergisine hiç ısınamadım ve almadım da zaten. Arşivimde olup da adı sonradan aklıma gelen dergiler de var: Walkman, Dream, Popsi, Pop Bravo... Radikal İki belki de en önemli kültür ekiydi. Çoğu hiç hatırlamayabilir ama Stüdyo İmge vardı.

Zor olan aldatılmak mı, bir transseksüelle aldatılmak mı?


Zor olan ne; aldatılmak mı, bir transseksüelle aldatılmak mı, topluma bunun açıklamasını yapamamak mı, yoksa transfobi, homofobi mi? Hepsi belki de. Çünkü insanlar sevdiği kişinin sadece kendisinin olması gerektiğine şartlanmış. Çünkü toplum homofobik, transfobik ve bu durumu kabul etmen seni zor durumda bırakabilir; sen bunu normal karşılasan bile topluma hesap vermek zorunda kalabilirsin ama kendin ne kadar kabul ediyorsun bu durumu, bu durumları; aldatılmayı, bir transseksüel tarafından aldatılmayı, eşcinselliği, transseksüelliği...

Belki de birisi tarafından aldatılmak değil kadın için yaralayıcı olan, erkeğin cinsel yönelimini saklamasından dolayı duygularıyla oynanmış olması. Çünkü transseksülle beraber olmak, o kişinin-erkeğin heteroseksüel olmayabileceğini de düşündürebilir. Transseksüeller kadın olsa da, sonuçta toplumun kafasına yerleşmiş biyolojik bir erkek geçmişleri var ve gerçek kandın cinsiyetinin ne olduğunu heteroseksist bir dünyaya anlatamayabilirsin. Ve bu da kadının dünyasında karşı tarafın sevgisinden şüphe duymasına sebep olabilir haklı olarak.

(Gene transseksüeller alınacak; nasıl heteroseksist toplum gibi düşünerek bizi tam kadın saymazsın, diye. Benim ne kadınlıkla ilgili, ne de trans kadınlıkla ilgili bir derdim var ve her seferinde transfobik olarak algılanmanın tedirginliğini de yaşıyorum ne yazık ki bu konuyla ilgili düşüncelerimi ifade ederken. Tamam translar da transfobik dünyada haklı olarak alınganlar ama olaya biraz da mantık çerçevesinden bakmakta fayda var diye düşünüyorum. Çünkü LGBTİ'lerin bu dünyada alınması gereken çok daha önemli şeyler var.)

Aslında kadınların, eşcinsellerle ve transseksüellerle aldatılmaları kadınlar açısından bir heteroseksüel kadınla aldatılmasından kıyaslanamayacak derecede zor. Çünkü kadının mücadele edeceği kocası veya sevgilisi bile olmayacak o zaman. Yani hepten kaybetmiş olacak erkeğini. Kendisini sevmeyecek veya samimiyetsizce sevecek bir erkeği kazansa neye yarayacak ki. Kaybetmesi belki de en doğrusu olacak. Hani kadınlarla eşcinseller çok iyi dost deniyor ya... Acaba? Kadın canı yanınca gösterir homofobisini, transfobisini.

Bedensel olarak aldatılmaktan çok, bir kadın olarak bir erkek tarafından sevilmediğini düşünmek, çok daha ağır, hatta kaldırılamayacak kadar ağır gelebilir ve her şey bir anda kopabilir. Kadın haklıdır heteroseksist yetiştirilmeye göre de, yapısına göre de. Çünkü ben bir eşcinsel olarak ne verebilirim ki kadına sahte bir sevgi ve yarım bir cinsellikten başka. Tamam erkek biseksüel olsun, hatta o anlık bir cinsel fantazi amacıyla gerçekleştirmiş olsun bir transla beraberliği; insanın-kadının içine kurt düşürmez mi?

Ha kesin bitmesi mi gerekir bu tür ilişkilerin? Bilmem; kişinin hayata bakış açısına göre değişir. Olaya heteroseksist dünyadan değil de, (özellikle) mülkiyetçi sevgiye esir olmadan bakarsan, bitmez ve de sağlıklı bir şekilde bile devam edebilir. Biraz da ilişkiden ne beklediğinle alakalı, ne kadar beklediğinle alakalı, olaya biraz da akıl ve mantık çerçevesinden bakmakla alakalı ilişkinin vadesi. Eğer bir erkek karşı tarafın taleplerine cevap verebilecek nitelikteyse neden devam etmesin. Ama kadınların böyle yapılar karşısında, yani eşcinsel olanlar veya biseksüel olanlar karşısında yarım yaşama ihtimalleri yüksek.

Olaya erkek tarafı açısından bakarsak... Erkekler heteroseksizmin verdiği cesaretle hayatlarını istedikleri şekilde yaşama hakkını buluyorlar kendilerinde. Bu da karşı tarafa yalan söyleme imkanı da veriyor, istedikleri şekilde davranma ve ihmal etme hakkını da doğuruyor. Erkeğin heteroseksizm sayesinde yapısına uygun yaşadığını düşünürsek, onları suçlamak yerine sistem tarafından ayrıcalıklı olduklarını söyleyebiliriz. Yanlış olan kadınlara karşı heteroseksizmin adil olmaması ve erkeklerin de bu adaletsizliğe seslerini çıkarmamaları; yani kendin hayatını istediğin şekilde yaşayacaksın ama kadınların özgür olmamalarını heteroseksizme bağlayacaksın. O zaman sen de faydalanmayacaksın heteroseksizmin sana sunduğu imkanlardan.

Asıl suçlu olan heteroseksizm ama heteroseksizmi bulunduğumuz konum itibariyle şekillendiren de biziz. Erkekler tabiki de gücü ellerinden bırakmak istemeyecekleri için, kadınlara düşmektedir iş. Heteroseksizmi şekillendirmek için ne gerekiyorsa, elinden geleni yapacaksın; kadınların aleyhinde olan bu sistemi onaylayan ve pekiştiren davranışlardan kaçınacaksın. Mesela bir kadın olarak çocuğunun eşcinselliğini normal karşılayacaksın ki, başka kadınlar da sevgisizliğe mahkum olmasın. Transseksüelliği de normal karşılayacaksın ki, onlar da hayatlarını istedikleri şekilde yaşayabilsinler ki, her şey şeffaf ve dürüstçe olunca kimsenin canı yanmasın.

Demek ki suçlu olan ne kadın, ne erkek, ne eşcinsellik, ne de transseksüellik ama uymakta behis görmediğimiz ve bizi olumsuzluklara sürükleyen kuralları da bizler oluşturduğumuz veya değiştirmeye çabalamadığımız için herkes suçlu.

26 Eylül 2014 Cuma

İranlı Kanadalılar


İran burnumuzun dibinde bir ülke, bir kültür ama çok uzaktık birbirimize. Mülteci İranlılar sayesinde, onların ne kadar bizden, bizim de ne kadar onlardan olduğumuzu öğrendim. Belki inanmayacaksınız ama şimdi kendimi İranlı da hissediyorum.

Parka spor yapmaya, yürüyüşe geliyorlar. Sosyaller. Hele parkta bizim kanuna benzeyen müzik aleti çalan bir çocuk vardı, uzaktan ne hoş gelmişti o çalgının sesi kulağıma.. Spora düşkün oldukları için, belediyenin spor faaliyetlerinde tanıştım çoğuyla. Yürekleri gerçekten çok güzel. Çok yapıcılar, çok öğreticiler, çok sıcaklar, çok kardeşçeler...

En önemlisi İranlı LGBTİ'lerin limanı oldu Denizli. Belki çoğuyla tanışamadım ama epeycesiyle tanıştım sayılır. Bir çoğu şimdi İranlı Kanadalı oldu ama sosyal medya ile birbirimizi takip ediyoruz konuşamasak da.

Hala gelmeye de devam ediyorlar, gitmeye, göçmeye de devam edecekler gibi. Kesişti yollarımız, yüreklerimiz bir şekilde. Dostluk kavramının içini renklendirdik. Onlar hep gitmek istediler soğuk memleketlere özgürlük için. Bense Denizli'nin onlara da yeteceğine inandım hep. Onlar da sevdiler buraları ama gitmek zorundalardı. Ama bazıları dönecekler bir süre sonra Denizli'ye burada sürekli yaşamak için.

Kanada'da mutlular mı bilmiyorum. Çünkü oraları çok soğuktur. Sıcak kültürler kutupların soğuğunda ne kadar mutlu olabilirler ki... Soğuk beni çok yalnız hissettirir mesela. Özgürlük için insanlar coğrafyalarını, kültürlerini değiştirmek zorunda kalıyorlar. Hayatta zor olan bir çok şey var ama, insanın yaşam tarzından uzaklaşması da çok kolay olmasa gerek. Belki onların yapısına uzak kültürler daha iyi gelecektir ama benim değil. Ben mesela ne kadar farklılığı sevsem de bana kolaylık sağlayan alışkanlıklarımdan uzaklaşmak da istemem. Hele birilerinin zoruyla, hele birilerinin beni zorda bırakmasıyla...

Bugün İranlı arkadaşlardan bir şey daha öğrendim. LGBTİ'leri fazla beklemeden gidecekleri ülkelere kabul ediyorlarmış. Çünkü eşcinsellik, transseksüellik onların mülteci olmalarına inandırıcılığın doğuştan gelen özellikleri olarak kabul ediliyormuş. Bazı "ayı" sınıfındaki LGBTİ arkadaşların 2 yıldan fazla bekletilmelerinin sebebi eşcinsel olmalarına inanılmaması mıydı acaba? Batı da eşcinselliğin bir tarzı yok ama... Belki başka gerekçeleri varmıştır.

"Ayı" olarak tabir edilen eşcinsel sınıfında bulunan Hamit ne bekledi be Denizli'de. Kafayı yiyecekti çok bekletildiği için. Kanada'ya gidemezsem ölüme gideceğim diyordu. Bana eşyalarıyla birlikte dostluğunu da bıraktı gitti. Bana İran lehçesiyle Halil diyişi çok farklıydı. Şimdi karların arasında çekilmiş fotolarını paylaşıyor sosyal medyadan. Naz, Akoo, Far Naz'ı da takip ediyorum uzaktan. Yeni İranlılar hala gelmeye devam ediyorlar, beni biraz daha İranlı yapıyorlar her geçen gün. Mültecilik çok zor ama güzel izler de bırakıyorlar uğradıkları yerlerde.

Buralı bir arkadaşım, İranlı bir arkadaşının Kanada da soğuk havalardan hasta olduğunu söyledi ama üşüttüğü için değilmiş, psikolojik olarak... O yüzden bugün kafama takıldı Kanada'ya giden İranlıların mutlu olup olmadıkları...

Homofobik dünyada kimse özentiyle eşcinsel olmaz


Homofobik yazıların yüzüne bile bakmam biliyor musunuz? Çünkü cehalet fışkırır ve yapış yapış insanı rahatsız eder. Cehalet dedim, çünkü bilimsellikten uzak maneviyattır dayanağı veya heteroseksizmdir. Bunları da açmak istemiyorum şimdi daha önceleri çok değindiğim için. Sen istediğin kadar çürüt bu dayanakları, nafile. Çünkü cahillere tabuları ve heteroseksist unsurları yıktıramazsın. Çünkü onlar da bu dayanaklarla varolan sistemin birer parçasıdırlar. Önyargılıların cehaleti eğitim seviyesiyle de alakalı değildir. Yapının, heteroseksist ve muhafazakar sisteme yatkınlığıyla alakalıdır. Dolayısıyla farklılıkların doğanın bir gerçeği olduğuna inandıramazsın onları. Belki heteroseksist bir dünyada yaşamamış olsaydık, farklılıkların da doğanın bir parçası olduğunu akıllarına getirme ihtimali söz konusu olabilirdi ama şu aşamada tabiki de çoğulculuğu değil de çoğunluğu baz alan bir yapıya bir şey anlatmak çok zahmetli.

Radikal Blog yazarlarından birinden cehalet fışkırmış nefret kusmuklu, resmi olmayan eşcinsel evliliğe istinaden. Cinselliğin amacı zevk değil çoğalmakmış. Peki çoğalmak dışındaki cinsellikleri nasıl açıklayacaksınız? Kişiler sadece çoğalmak için cinsellik yaşamış olsalardı bir ailede kaç çocuk olurdu veya insanlar çocuklarının sayısı dışında cinsellik yaşamamışlar mıdır, ya da bir - iki çocuk yapmışlarsa artık çoğalmak dışında cinselliği sınırsızca hak etmişler midir?

Sonra demiş ki, dünyadaki bütün herkes eşcinsel olsa dünyanın sonu ne olur? Eşcinsellik, heteroseksist yapının eşcinelliğin adını koyduktan sonra ortaya çıkmadı ki. İnsanlık tarihini bir inceleyin. Eşcinsellik canlı tarihinden beri var ve insan nesline olumsuz hiçbir etkisi olmadığı gibi, insanlar lüzumundan fazla çoğalmışlar. Doğayı bitiren bu kalabalığı görünce insanın, keşke herkes eşcinsel olsa bile diyesi bile geliyor. Korkmayın, herkes eşcinsel olmaz, heteroseksist bir toplumda da herkes eşcinsel olsa bile sadece eşcinsel yaşayamaz. Dışlanmaktan korkarlar ve iki yüzlü bir şekilde heteroseksüel ilişki de yaşarlar. Ayrıca eşcinseller de erkek ve kadındırlar ve üreme fonksiyonları vardır ve onlar da bir şekilde insan neslini devam ettirirler.

Özenme meselesine gelirsek... Bunu çok defa dillendirdim. Heteroseksist ve homofobik dünyada, insanın yapısında olmasa, hiç kimse eşcinselliğe özenmez. Öldürülmek için mi özenecekler, ayrımcılığa maruz kalmak için mi özenecekler ve eşcinsel olacaklar? Cinsel yönelimler eğer özenmeyle şekillenseydi, heteroseksit bir dünyada eşcinseller bile heteroseksüelliğe özenirdi. Demek ki ne dayatmayla vazgeçilebiliyor ne de özentiyle oluşuyor cinsel yönelimler. Öldüresiye dövseniz de bir eşcinsel eşcinselliğinden vazgeçemez, bir heteroseksüel de özentiyle eşcinsel olmaz. Veya şiddetle heteroseksüellikten vazgeçirebilir misiniz bir heteroseksüeli? Yani zorlama veya özentiyle değişir mi cinsel yönelimler? Hem de doğanın dengesini alt üst edecek kadar. Eşcinseller heteroseksüel ilişkilerden doğuyorlar ve üreme zincirinin bir halkasıdır eşcinsellik, doğanın da değiştirilemez bir gerçeği. Eğer eşcinsellik doğal olmasaydı, yapay sistem şimdiye kadar eşcinselliğin sonunu getirirdi.

Düşünce özgürlüğü diye bir şey var ama yalan yanlış bilgilerle eşcinsel karşıtlığı yapmak homofobidir, yani eşcinsel düşmanlığıdır ve nefret sınıfına girer, nefret suçu teşkil eder. Ülkemizde nefret suçları kapsamına eşcinseller alınmadığı için kafanıza göre konuşabilirsiniz, yazabilirsiniz ayrı mesele ama Batı'da bir suçtur... Ama bir suçu işlemeMEk için illa ki yasaların seni engellemesi mi gerekiyor? Nerede kaldı vicdanınız ve insanlığınız? Bir de eşcinselliğe saygıdan falan bahsediyorsunuz laf olsun diye samimiyetsizce. Kim inanır sizin homofobinizden sonra saygınıza? Saygıdan bahsetmeniz için, önce kendi kafanızın içinde duyacaksınız saygıyı, ondan sonra dile getireceksiniz. Siz hem eşcinsellik doğa dışı diyorsunuz, hem özenilmemesi için normalleştirilecek noktaya taşınmamasından bahsediyorsunuz, sonra da saygıdan, eşcinsellere mutluluk dilemekten...

Siz sevgiyi bilir misiniz, sevgiye inanır mısınız? Eşcinsel çiftlerin suratlarındaki ifadeye bir bakar mısınız? Gerçek sevgi kutsal değil de nedir? Sadece üreme sevgisinin kutsallığı kadar mantıksız bir şey olabilir mi? Sanırım siz sevgisiz ve üremek için beraberlikleri daha kutsal buluyorsunuz. Ama biz, şahsım adına ben üremektense, içten bir aşkı, sevgiyi daha kutsal buluyorum canlı neslinin tükenmesi pahasına!

Radikal'ede yakıştıramadım eşcinselliğe dair önyargıları pekiştirecek bir yazıyı. Şimdi kimbilir kaç kişi gerçeklerden uzak bu yazıya bakarak "eşcinsellik evet doğal değilmiş" diyecek. "Ay ben özendim, eşcinsel oldum!"; Cinsel yönelim denilern şey bu kadar basite indirgenebilir mi? İnsanların, doğuştan getirdikleri eşcinsellik gibi yapılarının bir parçası olan özgürlük haklarını gerçekleştirmelerinin önünde hiç bir haklı gerekçe olamaz. Eşcinselliğe özenme meselesi ise, homofobiklerin tedavi edilmelerini gerektiren heteroseksistçe toplumsal bir hastalıktır.


Özgür düşünemeyen bir cinsel kimlik kabul edilse neye yarar

Evet ben çok şeffafım. İçim dışım birdir benim. Varsın o yüzden düzen bozucu olayım, dik kafalı olayım, inatçı olayım. Ne olacaksa da baştan olsun; insanları yarı yolda bırakmaktansa. Ben yanlış bile olsam, düşüncelerimi ifade edebilmeliyim ve doğru yolu bile sesli düşünerek bulabilmeliyim. İnsanın nereden nereye geldiğinin de bir çetelesi tutulmuş olur böylece. Amacımız zaten farklılıkların ve farklı görüşte olanların kabul edilmesi değil mi? Sadece insanın kendi düşüncesinin doğru olduğunun savunulması, amaçlarımızla çelişmez mi? Hadi "sen doğru ol, ben yanlış olayım" diyelim; ben senin adına olmadığı halde, kendi adıma düşüncelerimi niye ifade edemeyeyim ki? Benim karşıtlığım birebir bireylere karşı değil ki? Ben sadece kendi doğrularımın özgürce ifade edilmesinin derdindeyim. Benim düşüncelerim, senin doğrularınla örtüşmeyebilir ama bu benim kendimi ifade etmemin önünde engel teşkil edemez. Eğer ediyorsa, burada bir özgürlük karşıtlığı vardır ve özgürlük mücadelesiyle ters düşer. "Ben doğruyum, sen de benim doğrularım dışında bir ifadede bulunamazsın" demenin, sistemin tek tip dayatmacılığından farklı değildir.

Peki bu ifade özgürlüğüne karşıtlık niye? Gerçekten toplumun karşıtlığını destekliyor şeklinde algılanacağı için mi, yoksa "sen benim bugüne kadar inandıklarımı, yaptıklarımı nasıl çürütürsün" mü?  Yani boşa kürek çekmiş olabilme olasılığının korkusu mu? Ben zaten bana uymayanlara karşı değilim ki, kendi inandıklarımın doğru olduğunu ve diğerlerinin bana uymadığı için yanlış olabilme olasılığından bahsediyorum. Karşıt olmam, karşıt olduklarıma karşı olduğum, onları kabul etmediğim anlamına gelmez ki. Bana uymayan farklılıklara asla karşı değilim, hatta onları destekliyorum ama ben doğrularımı ifade edebilmeliyim, bana uymayanlara da "bana göre yanlış" diyebilmeliyim. Belki ben de yanlışım ama yanlışsam tek yanlış ben değilim ki. Karşıtlığım da kişisellikle alakalı değil üstelik. Sadece bir kavramın benim düşündüğüm gibi olabileceğini, diğerlerininkinin de yanlış olabileceğini, hatta direkt yanlış olduğunu söylüyorum ama bana göre. Yani ben, benim düşünceme uymayanlara savaş açmıyorum ki, onları hedef haline getirmiyorum ki; sadece düşüncelerimi söylüyorum. Ama düşüncelerime sert tepkiyle bir karşılık alıyorsam, bu tepki gösterenlerin de kendilerine ne kadar inanıp-inanmadıklarını sorgulatır insana. Ki benim düşüncelerimin örnekleri modern toplumlarda kabul edilebilir bir noktada ki ben bu durumu barışa yoruyorum ki kimseye bir zararı yok bu durumun. Zaten konumuz gerçekten şu veya bunun doğruluğu mu, herkesin özgürce, insanca yaşayabilme hakkı mı? Sen istediğin gibi yaşa ve doğrularını savun, ben de istediğim gibi yaşayayım doğrularımı savunayım. Yeter ki herkes özgürce yaşasın, özgürce ifade etsin kendini. Bir şeyleri YAPABİLME hakkımız olsun ama tek doğru bunu yapmak olmasın.

Açık konuşayım düşüncelerimi bu kadar soyut ifade ettikten sonra; eşcinsellerin evlenEBİLme hakkı olmalı ama ikili beraberlikler için evliliğin tek doğru yol olduğu dayatılmamalı. Evliliğin sosyal haklarından faydalanabilmeliyim ama heteroseksizmin yaşam tarzlarıyla özgürlüklerim kısıtlanmasın benim. Sen tek kişiyle bağımlı bir hayatı tercih edersin, ben çok eşli özgür bir hayatı tercih ederim. Yani eşcinsel evlilik benim için sosyal haklardan başka hiçbir şey ifade etmemektedir ve ben bunu açıkça dile getirebilmeliyim. Ben transseksüel olmanın tek koşulunun bedensel geçiş ameliyatları olduğuna da inanmıyorum ve de kendi adıma bu koşula karşıyım. Bunlar biraz sert de olsa sadece örnek, unutmayalım. Ben de bir transseksüelim veya her ne isem oyum ama penisli bir kadınım veya penisli bir cinsiyetsizim. Ben bunu savunabilmeliyim kendi adıma. Ben transseksüel sayılabilmek için bedensel geçiş ameliyatlarına karşı da olabilirim, olabilmeliyim de eğer karşı isem ki, karşıyım da. Dediğim gibi transseksüel olmanın bir koşulu değildir bedensel geçiş ameliyatları. Ama bu, senin transseksüelliğine karşı olduğum anlamına gelmez ki. Hatta herkesin ne yapmak istediğine sonuna kadar saygı duyuyorum ve senin bedensel geçiş ameliyatının yanında çok sağlam bir şekilde dururum, duruyorum da zaten. Çünkü sen öyle kendini gerçekleştirdiğine inanıyorsun, öyle gerçekleştiriyorsun öyle veya böyle. Ama bu, benim bu şekildeki transseksüelliği onaylamamı ve desteklememi gerektirmez. Karşıtlığımı da kendi adıma ifade edebilmeliyim, edebilirim, ederim de.

Bize karşı olanlar ne mi der? Ne alakası var ki? Cinsiyeti, belli bir kalıba sokmaktır asıl bize karşı olanların önyargısını pekiştirecek olan. Heteroseksizmin tek tipilik anlayışından farkı var mı toplumsal cinsiyetle birebir örtüşen cinsiyet kimliğinin? Eurovision'daki sakallı transseksüel şarkıcı Conchita'ya tepkilerde gördük bu konudaki bağnazlığı. Sadece heteroseksüeller değil, transseksüeller bile karşı çıktı böyle bir kadınlığa. Çünkü toplumsal bazdaki transseksüellik anlayışına ters düşüyordu algıları tepe taklak eden bir transseksüellik anlayışı. Toplumsal kadınlık anlayışına uymayan transseksüel örnekler varken, bu tek tip transseksüellik anlayışını dayatmak neyin nesi oluyor peki?

Aslında konumuz transseksüelliğin nasıl olması gerektiği de değil; benim, ortak bir hedef için bir arada bulunduğum gruptan farklı olarak bireysel bazda düşüncelerimi özgürce ifade edebilme hakkıma laf edilmesi. Ben özgür olamıyorsam, düşüncelerimi özgürce ifade edemiyorsam, eşcinselliğim kabul edilse ne olur, transseksüelliğim kabul edilse ne olur. Eğer düşünceler ve kişiler özgür olurlarsa, kimlikler zaten otomatik olarak özgür olmazlar mı? Bu kısıtlama neyin otoritesidir, neyin hiyerarşisidir? Daha önceki bir yazımda LGBTİ'ler aynı pencereden bakabilirler mi, diye bir soru sormuştum. Bakamazlar. Çünkü sen LGBTİ'liğini içinde bulunduğun yapıya göre mi yaşamak istiyorsun, yoksa daha evrensel boyutta mı yaşamak istiyorsun? Belki de bütün mesele burda. Muhafazakar eşcinsellikle, toplumsal cinsiyete dayalı transseksüellik arasında ben fark göremiyorum. Çünkü ikisinde de bir tutuculuk var, bir tek tiplilik var, bir dayatmacılık var, bir özgürlük karşıtlığı var, bir birey olamama hali var, bir kendinle tam olarak barışamama durumu var, var da var...

Geleneksel toplumlarda varoluşun kaçınılmaz bir koşulu mu acaba belli kalıplara ait olma durumu? Yani öteki olsan da kendi içinde farklılıklar olamaz mı? İster çevresel olsun, ister yapısal olsun, farklılıkların da farklılıkları vardır. Bir transseksüel diyor ki, "Toplum beni eşcinsel olarak kabul etseydi, transseksüel olmazdım", bir transseksüel, "Evet insanlar gündüz erkek olabilir ama kendini rahat ve özgür hissedeceği ortamlarda kadın transseksüel olabilir. İlla ki yaşam boyu veya ameliyatını olarak transseksüel olmayabilir" diyor. Bir transseksüel de, "Penisli trans kadın olabilir kendini öyle mutlu hissediyorsa" diyor. Bir eşcinsel de, "Ben eşcinselim ama cinsel yönelimiyle tam anlamıyla barışmış bir eşcinselle ilişkimi devam ettiremiyorum." diyor. Her LGBTİ'nin de bir cinsel kimlik algısı var. Peki bunlar kendilerini gruptan bağımsız niye ifade edemesin ki? Asıl ikiyüzlülük ve de toplumun önyargılarını pekiştiren bu tek tipli anlayış değil mi? O zaman siz egemen olsanız, kendi içinizdeki farklılıklara hiç toleranslı olmayacaksınız. Aslında hedef özgürlük ama bir tarafın özgürlük anlayışı ne kadar özgürlük, tartışılır. Bir taraf toplumsal cinsiyete dayalı özgürlük istiyor, bir taraf çoğulcu özgürlük istiyor. Oysa çoğulcu olmayan, heterojen olmayan özgürlük, özgürlük değildir bana göre.

25 Eylül 2014 Perşembe

Rasta-faryanizm nedir?


Biliyorum bazen bildiğim her şeyi paylaşmaya çalışıyorum. Elimde değil, seviyorum özellikle bilgi paylaşımını. Belki de çok önemli şeyler de değil paylaştıklarım... Her gün yaptığım gibi moda sitelerini dolaşırken rastalı bir modelle karşılaştım. Neydi bu rasta? Saç modeli de, nerden gelmişti, var mıydı bir anlamı? Rasta diyince de aklımıza hep Bob Marley gelmez mi? Sahi Bob Marley niye o saç modelini seçmiştir? Dinliyoruz, seviyoruz ama bazı ünlülerin ideolojileri var mıdır, hayat felsefeleri nelerdir, görsel tarzları neyi ifade etmektedir diye o kadar ayrıntılı bir şekilde düşünmeyiz. Nasıl yıkıyorlar bu saçları acaba? Hadi yıkadılar, nasıl kuruyacak hiç açmadan? Wikipedia'ya bakıyorum; rastanın Rastafaryanizm'den geldiğini öğreniyorum. Hristiyanlık ve Yahudilik karışımı bir din ve bu dine bağlı düşünce biçimiymiş. Bu din Etiyopya'nın son imparatoru olan Haile Selassie'yi Tanrı'nın dünyadaki yansıması olarak görüyormuş ve Jamaika'da ortaya çıkmış. Bob Marley'in de bu dinin bir mensubu olduğunu okuyunca, rastalı saçının nedenini de öğrenmiş oldum. Bob Marley ile özdeşleşmiş Reggie müziğinin kaynağı da Rasta dininin ilahileriymiş. Rastalar saçlarını taramaz ve kesmezlermiş ve bir süre sonra rasta dediğimiz modele dönüşürmüş saç. Rastalar, Jah 'ın uzun tırnaklarıyla bir gün yeryüzünden alınıp cennete götürüleceklerine inanırlarmış. Rastalar, rasta saç modelinin moda bir şekilde kullanılmasına karşılarmış. Günümüzde tarz haline gelen rasta saç modelinin orjinal ismi Dreadlock'mış. Bu tarz bir saç yaptırdıktan sonra, saç açılamadığı için kazıtmak zorunda kalıyormuşsun vazgeçmek istersen eğer. Rasta bal mumu ile yapıldığı için yıkansa da koku da yapıyormuş saçlar havasız kaldığından.


Kadının sevmeye, sevilmeye erkekler kadar hakkı yok mu?


"Benim Adım Gültepe" dizisinde dikkatimi çeken bir konu da, baş karakterlerden Gülümser'in hapisteki kocasını Şoför Halil'le aldatması. Koca ömür boyu hapis cezası almış... Kadın ne yapsın peki? Ömür boyu o da kocasızlığa, erkeksizliğe, aşksızlığa, sevgisizliğe mi mahkum olsun? Aynı şey kadının başına gelseydi, yani kadın ömür boyu hapse mahkum olsaydı, erkek onu bekler miydi, hayattan aşksız, sevgisiz geçer miydi? Daha ilk günden aldatmayla efkar bile dağıtırdı, başına gelenleri unutmaya çalışırdı. Peki niye bu eşitsizlik, niye bu adaletsizlik, niye bu bencillik..? Gülümser'in kocası hemen Gülümser'i takip ettiriyor, büyük ihtimal cinayet planları da hemen devreye girecektir hapisten uzaktan kumandalı bir şekilde. Herkes karşı kadının aşkına, sevgisine. Kadınlar bile. Onu seven diğer erkekler bile; dizideki Eşref gibi. Çünkü kadının sevmeye hakkının olmadığına inanılmaktadır. Erkek sever, kadın sevilir! Eğer kadın severse, herkes o kadını kötü beller, uzak durmaya çalışır ondan. Sevgisiz kadın, aynı dizideki Gülümser gibi sosyal olarak da yalnız bırakılır, ötekileştirilir. Peki aldatan kadının sevdiği erkek, kadınlar hakkında farklı bir düşünceye mi sahiptir? Kendisi aldatılınca, hapisteki kocadan farklı mı düşünecektir? Hayır. Peki Gülümser ne düşünmekteydi kocası hapse girene kadar? Şu an içi çok rahat mı? Hayır. Ama insan doğasına engel olamadığı için, kendisini gerçekleştirmekten alıkoyamıyor ama cinsiyetçi erkek egemen topluma karşı gelemediği gibi, aslında kendisi de içselleştirmiştir bu yapıyı ve dolayısıyla yaptıklarını kendisi de doğru bulmamaktadır. Doğasıyla heteroseksist yapı arasında bocalamaktadır. Halil, "istemiyorum de, vazgeçeyim senden" diyor ama Gülümser "hayır" diyemiyor. Adına yasak aşk diyorlar, aldatma diyorlar, namussuzluk diyorlar, ahlaksızlık diyorlar bu güzel paylaşıma, sevgiye, aşka. Kime zararı var bu paylaşımın? Hiç kimseye. Erkek, sistemin devlet aracılığıyla tapuladığı kadını kaybetmeyi hazmedememektedir sadece. Erkek sevdiği için mi yapıyor bunları? İnsan, sevdiği insan için kötülük mü düşünür, onun mutluluğunu mu ister? Demek ki bunun adı sevgi değil; kaybetmeyi hazmedememek. Kadın erkeği sevmiyorsa, kadının mutluluğunun bir önemi yoktur, hatta yaşamasının bile. İnsan sevdiğini öldürür mü? Demek ki bunun adı aşk da değil.

5. sınıfa kadar düşen türban, zihniyette doğar doğmaz takılıyor


Türban yaşı kamu derken, üniversite derken ilkokul 5. sınıfa kadar düştü resmiyette. Zaten sokaklarda da daha ilkokula bile başlamamış çocukların başında da görebiliyoruz türbanı. Yani türban meselesi bir örtünme meselesi değildir. Erkeğin kadın üzerinden de bir hükümranlığıdır, iktidarıdır. Dikkat ederseniz türban konusunda da, kadınlıkla ilgili her konuda da erkekler konuşuyor, erkekler karar alıyor; kadınlara da sadece uymak düşüyor. Hiç sorgulamıyorlar bile kadınlar, neden böyle oluyor, neden böyle gerektiriyor, diye. Erkeğin önde gittiği, hatta günah diye kadının, erkeğin önünden bile geçemediği bir kültürde, çok da şaşırtmıyor beni kadınların sessizliği. Ama insan, gene de "kendin ettin, kendin buldun" diyemiyor ama bazı kadınların yürüyen sembollere dönüştürülmelerine seslerini çıkarmadıkları gibi, türban gibi unsurlarla tüm özgürlüklerinin ellerinden alınmalarını savunmalarınıysa çok da anlamlamdıramıyor. İnsan bu sessizlikten, kadınların başlarına gelenleri sorgulamadıklarından çok, sorgulamak istemedikleri anlamını çıkarıyor ister istemez. Bunun sebebi çocukluktan itibaren heteroseksizmin içselleştirilmesi mi, yoksa yapıdaki heteroseksizme yatkınlık mıdır? Saçma gelebilir bir çok kadına bu düşüncem ama neden olmasın. Çünkü insanın hayatını özgürce yapısına uygun gerçekleştirmek varken, niye erkekliğe uygun yaşar ki? Tamama hayatı erkeklerle birlikte yaşamak zorundasınız ama eşit ve de özgür yaşamak varken neden yarım ve de mahkum yaşayacaksınız ki? Yarım ve mahkum yaşamanın istenilecek bir tarafı var mıdır? İnsanın kendi kararını kendisinin verememesi, sosyal hayattan elinin ayağının çektirilmesi, sadece kendisine çizilen sınırlar içersinde yaşaması ve bunu kabullenmesinin özgürlükle bir alakası olabilir mi? Dediğim gibi, kadının örtünme meselesi sadece türban meselesi değildir, haklarının gasp edilmesi demektir. Şu anda erkek cinayetleri diye bir şey var mı? Kadınların öldürüldüğü, erkeklerin öldürdüğü, adına kadın cinayetleri dediğimiz şey var mı? Bu durumu münferit bir olay olarak mı açıklarız, yoksa erkek egemen bir dünyada erkekleri yasalarla da koruyan, kadınların sindirilmelerine, haklarının ellerinden alınmasına, hatta öldürülmelerine sebep olan heteroseksist bir düzen olarak mı açıklarız? Kadınlar farkında değiller mi haklarında alınan kararların erkekliğin iktidarını pekiştirmek için olduğunu? Kadınlar da bunu mu istiyor aslında? Yetiyor mu onlara erkeklerin izin verdiği kadar yaşamak? Bilmediğimiz ve de kadınları tatmin eden bir sistem mi bu sistem?

24 Eylül 2014 Çarşamba

Zeki Müren inkar ettiğimiz tarafımızın günah çıkarttığımız öznesi mi?


Zeki Müren öleli 18 yıl olmuş. Daha dün gibi. Zaten insanın yaşadığı yıllar 70 sene sonra bile üzerinden çok geçmiş gibi hissedilmiyor ama yaşamadığı bir yıl öncesi bile çok eski zaman gibi geliyor. Bilen biliyordur da, Zeki Müren hayata ekranlardan canlı yayında veda etti. Bu da nasıl bir şeydir bilemeyeceğim. Sanki sessiz sedasız gitmek yerine, hayata ekranlardan veda etmek ister gibi bir şey. Giderken bile halkın ilgisiyle, halkın takibiyle gitti. Tam bir sahne sanatçısının istediği gibi.

Ben kendimi bildiğimde Zeki Müren vardı ama ben kendimi farklı hissetmiyordum ki, bana bir örnek olarak yardımcı olmuş olsun varlığıyla. İnsanın cinsel kimliğiyle ilgili bir küslüğü olmayınca, eşcinsel sanatçılar sadece şaşalı dünyanın bir rengi oluyor. Zeki Müren de beni hiçbir zaman havalara uçurmadı. Türk Sanat Müziği sanatçılarından biriydi sadece. Heteroseksist dünyada belki de ülkemizin gelmiş geçmiş en büyük farklılığıydı ama bu beni çok etkilemiyordu ki. Ergenlik dönemimden sonra bu tarz müziklerle de alakam yoktu. Yabancı pop müziğin takipçisiydim. Zeki Müren çok önemli bir magazin figürüydü ama benim göz ucuyla baktığım bir figürdü. Çünkü 80'lerde en başta MJ ve Maddy varken, benim için Zeki Mürenlerin dünyası fazla alaturkaydı. Eşcinselliğe bakış açıma da bir profil oluşturmuyordu. Sanatsal açıdan belki ülkemizin en iyisi bile olabilir yorumculuk olarak, ses olarak, hatta müzisyenliği ve de kitlelere hitap şekliyle ama ne kadar evrensel bir sanatçıdır tartışılır. Zeki Müren günümüzün sanatçısı olsaydı, evrensel bir sanatçı olabilir miydi? Bilmiyorum. Evrensel olabilmek için, kartları büyük açmak gerekiyor sanırım. Tarkan günümüzün renkli starlarından ama evrensel olamıyor işte. Neden? Çünkü bir yol çizmen gerekiyor; kendi kültürün mü, yoksa risk alıp derin sularda mı yüzmek istiyorsun?

Çocukluğumda hatırlıyorum da, hiç kimse Zeki Müren'in eşcinselliğini falan konuşmazdı. Acaba o dönem eşcinselliğin ne olduğu tam anlamıyla biliniyor muydu, onu da bilmiyorum. Belki de günümüzde olduğu gibi hiç kimse bu konuyu dillendirmek istemiyordu. Ama seviyorlardı işte Zeki Müren'i. Nasıl bir sevgidir bu; gerçekler dile getirilmediği sürece cinsel kimliklerin gözardı edildiği iki yüzlü bir sevgi midir? Zeki Müren'in artı özellikleri miydi sevilmesinin ve de cinsel kimliğinin görmezlikten gelinmesinin sebebi? 80'lerden aklımda kalan, yarım saatlik şarkısı "Kahır Mektubu"ydu. Nazlı nazlı, işveli işveli şarkı söylemesiydi. 90'lardaysa "Gözlerin Doğuyor Gecelerime" albümü bayağı bayağı çok satan albümlerden biriydi. Bana göre de onun en iyi albümüdür. Çünkü şarkılar çok güzeldir o albümde. Tabi bir de Zeki Müren dendiği zaman ilk aklımıza gelen "Şimdi Uzaklardasın" şarkısını unutmamak gerekiyor. 90'larda o dönemin modası olan ve çok sesli TSM denilen ama çok seslilikle alakası olmayan tarzda epeyce sayıda albüm yaptı. Sonra inzivaya çekildi. Arada bir telefonla programlara katıldığını hatırlıyorum. Ve bir TV programıyla hoşçakal dedi.

Eğer bir sıralama yapılsaydı, ben sanat dünyamızın bir numarasına Zeki Müren'i yerleştiririm. Ülkemizde hiçbir sanatçı onun kadar kitlesel etki yaratmamıştır. Tabi bunda cinsel kimliğinin farklılığı ve bu farklılığının rengarenk ışığının etkisini inkar edemeyiz. Ama ötekileştirilen bu farklılıkla zirve olabilmek, hatta kendini kabul ettirebilmek daha önemli bir başarı değil midir? Düşünüyorum da eşcinseller toplumda kabul edilebilmek için daha çok doğuştan gelen yetenekleri üzerinden varolmaya çalışıyorlar. Eşcinsellerin sanatsal yeteneklerinin daha fazla olmasından çok, dışlanmışlık belki de onları sanatsal anlamda var eden.

Zeki Müren ölümsüz sanatçılardan biridir. Heteroseksist, geleneksel, muhafazakar, dinin ağırlıklı olduğu bir topluma rağmen bile yok sayılamayan, görmezlikten gelinemeyen sanatçılardandır. Onu var eden nedir? Sanatı mı, farklılığı mı? Sanatın değerinin çok anlaşılmadığı bir toplumda, ölümsüzlüğün sebebini sadece sanatla açıklayamayız. Zeki Müren inkar ettiğimiz tarafımızın belki de günah çıkarttığımız öznesidir. Düşünün ki eşcinselliğin sansürlendiği görsel bir dünyada Zeki Müren dinliyoruz bangır bangır. Sadece dinlemekle kalmıyoruz, seviyoruz Zeki Müren'i. İçimizdeki nefreti başarısız ötekiler üzerinden şiddetle akıtıyoruz ama güce karşı haksızlığımızı gösteremiyoruz. Çünkü haksızlığımızın yüzümüze vurulmasını yediremiyoruz. Burdan LGBTİ'lerin bir ders çıkarması gerekmiyor mu haksızlığa uğramalarının sebebinin kendi korkuları olduğuna dair.

Not: Hala içinizde Zeki Müren eşcinsel değil diyen, eşcinsel diyemeyen birileri var mı? Belki de o bir transseksüeldi, en fazla eşcinsel olarak görünebildi.




Eşcinsel karşıtlığının tek dayanağı din; o da tabu

Son yazılarımın birinde eşcinsellerin Endonezya'da kırbaçlanma cezası ile ilgili bir konuya değinmiş ve başlığını "bu konuda ne düşünüyorsunuz" anlamında yapmıştım. Bir cevap geldi bu konuyla ilgili Twitter'dan; bu sorunun cevabını Kuran yüzyıllar önce vermiş, tabi Kuran'a inanıyorsammış. Kuran'a inanmıyorsam ne olacak peki? Eşcinselliğin canlı tarihinden, Kuran'dan önce bile var olduğunu hesaba katarsak ne olacak? Peki insan haklarını bir tarafa bırakın, insanlığı, insan olmayı ne tarafa koyacağız? Kuran eşcinselliği lanetliyor diye, eşcinseller insanca yaşayamayacaklar mı? Bu dünyada heteroseksüellerin bencilce yaşamalarına rağmen, eşcinsellerin insanca yaşama haklarının ellerinden alınması hangi adalete sığar? Niye eşcinseller cinsel kimlikleriyle sınanıyor da, heteroseksüeller cinsel kimlikleriyle sınanmıyor? Bir mantıksızlık yok mu bu inanç şeklinde? Bir heteroseksistlik yok mu bu inanç şeklinde? Adına da ahlak diyorlar heteroseksüel ayrıcalığının, eşcinsel ayrımcılığının. Eşcinselleri eve kapatmaya çalışıyorlar ahlakçılık yaparak, yok etmeye çalışıyorlar nefrete hedef göstererek...

Ben inanç şeklimi de söyleyeyim. Ben insan haklarına inanıyorum, canlı haklarına inanıyorum, eşitliğe, özgürlüğe, vicdana, insanlığa, demokrasiye inanıyorum. Ve insan haklarına değil de sadece dine inanarak ve bu şekilde yargılama yapanlara, haklılıklarına tek dayanak olarak dini gösterenlere de söyleyecek neyim olabilir ki? Çünkü din tabu.

Türkiye'de eşcinseller evlenmiş!


İstanbul'daki eşcinsel evlilikten haberiniz var mı? Evet erkek erkeğe evlenmişler. Kıyamet de kopmamış. Yani dünya aynı şekilde dönmeye devam ediyor. Biri Kürt, biri Arap. Aileleri de biliyor üstelik. Tabi akraba çevresinden ölüm tehditleri falan almışlar. Tamam yapmışlar bir delilik ama gizlenmeliymişler. Hadi ya! Siz kimsiniz ki? Dünya sizin tapulu malınız mı? Beğenmiyorsanız eşcinselleri, silersiniz defterinizden olur biter. Heteroseksistlere verilecek en güzel cevap açık eşcinsel olmak, açık eşcinselce yaşamak ve "size ne" demek. Bu kadar basit. Zorluğu çıkaranlar, biraz da kendileriyle tam anlamıyla barışamadıkları için, korkak eşcinseller olmasın?

Nikah tabiki de resmi bir nikah değil. Zaten sosyal güvencesi dışında resmi nikahın, heteroseksüelliği eşcinselliğe uygulamaktan başka ne anlamı olabilir ki? Şartlanmışız heteroseksüel yaşama eşcinsel olsak da, onlar gibi mutlu olmaktan kurtulamıyoruz. Sorun da değil zaten mutlulukları o şekilde perçinlenecekse. Ama bu heteroseksizme bir başkaldırı, eşcinsellerin bir varoluşu anlamına da gelebilir. Bugün yaşanılan bir evlilik merasimi, yarının resmi bir provası da olabilir. Olaya iyi tarafından da bakmak gerekir. Zaten bu evliliği gerçekleştirenlerin heteroseksizme bir özentisi falan yok röportajlarından okuduğum kadarıyla. Kendilerince mutlu olma adına bir şey yaşıyorlar.

Heteroseksist dünyada bu tür farklılıklar yadırganacak, alışılması zaman alacaktır ama eşcinsellerin insanca yaşamaları için, her şeye rağmen bir noktadan yola çıkmaları gerekiyor. Hukuk devletinde yaşıyorsak ve de bütün eşcinseller aynı cesareti gösterirlerse, kim ne diyecek, nereye kadar diyecek, hangi eşcinsele laf yetiştirebilecekler zaten. Demek ki istedikten sonra Türkiye'de de bir şeyler gerçekleştirilebiliyormuş bahanelerin arkasına sığınılmadan. Ailenize açıldınız da mı kabul etmeyeceklerini söylüyorsunuz, açık yaşadınız da mı toplumun bir şey yapacağına inanıyorsunuz? Muhafazakar toplumlar eşcinsellik dışında da bir şeylere muhalif oluyor; sakın bu korku biraz da kendi yarattığımız bir şey olmasın?

Ben inanıyorumki, bütün eşcinseller eşcinsel yaşamlarını toplumsal hayata taşısalar, haklarımız da yasalaşacaktır kaçınılmaz olarak. Sen olmazsan, var olmazsan açık bir şekilde, kime hak verilsin ki?

LGBTİQAP'lerin günah keçisi erkek eşcinseller


LGBTİQAP'lerin günah keçisi erkek eşcinseller. Evet gerçekten öyle. Homofobiye ve transfobiye maruz kalan, bunun suçunu hemen eşcinsellere atıyor. Neymiş, eşcinseller çok görünürlermiş de, LGBTİ'ler eşcinseller yüzünden yok sayılıyorlarmış da... Çok komik. Daha eşcinsellere, varoluş için toplumda LGBTİ'lere yol açtıklarından dolayı teşekkür edilmesi gerektiği halde, eşcinseller LGBTİ'lerin görünürlüğünü engelleyen olarak tanımlanıyor. Eşcinseller LGBTİ'lerin görünürlüğünü nasıl azaltabilir? Lobi falan mı yapıyorlar LGBTİ'lere karşı? Yoksa LGBTİ'lerin kendi kuruntuları mı bu geri planda bırakılma iddiası? Eşcinseller "Sizleri aramızda istemiyoruz" mu diyorlar, yoksa "LGBTİ'ler kötü" diye iftira mı atıyorlar? Örgütlenmenizin önüne set mi çekiyorlar, onur yürüyüşüne falan katılmanızı mı engelliyorlar? Eşcinseller LGBTİ'lerin görünürlüğünü nasıl engelliyor, biri bana açıklasın. Ben açıklayayım. Eşcinsellik heteroseksizmin en baş düşmanı olduğu için, eşcinseller de en ötekisi oluyor. Neden baş düşmanı; cinsel ilişki şekli yüzünden. Çünkü her erkek cinsel olarak erkekliğini korumak zorundadır. Ve eşcinsel-lik de erkekliğin görünürdeki en büyük tehdit unsurudur. Çünkü eşcinsele baktıkça, kendisinin eşcinsel olma ihtimali onu rahatsız edecektir. Çünkü görünürde eşcinsel ama erkek. Eşcinsel dediğin böyle olamaz. Eşcinsel dediğin erkek gibi olamaz. "O eşcinselse ben neyim?" diyecektir erkek-lik? Ayırt edilmesi gerekmektedir eşcinsellikle erkekliğin. Yoksa her erkek, eşcinsel gibi düşünülebilir. O yüzden eşcinsellerin feminenliği toplumsal anlamda yerleşik hale getirilmeye çalışılır. O yüzden erkek görünümlü eşcinsellikten çok rahatsız olunur, feminen eşcinselliğe karşı mümkün mertebede esnek davranılır; mesela eşcinselliğin feminen bir şekilde karikatürize edilmesine izin verilir. Çünkü bu tür bir eşcinsellik, erkeklikle eşcinselliği ayırt edecek, erkekliği tescil edecektir. İşte bu yüzden ne kadar transseksüeller daha çok ayrımcılığa maruz kalsa da, daha çok nefret cinayetine kurban gitse de, aslında hem psikolojik, hem de fiziksel olarak daha çok baskı altındadır erkek eşcinselliği. Açık olsalar bir numaralı hedef haline gelecekler, kapalı olsalar yapılarına uymayan erkeklik ruhlarına çok ağır gelecektir. Toplum kabul etmeyecektir bir erkeğin cinsel anlamdaki eşcinselliğini. Yani görünürde sağlıklı bir erkek ama eşcinsel: utanç verici, yüz kızartıcı, boyun eğdirici... Hasta desen hasta değil, erkek de değilmiş... Ne yapsın aile, çevre, toplum böyle bir durum karşısında eşcinselin sırtına binmekten başka; düzeltmeye çalımalar, doktorlar, psikologlar, evlendirmeler, zorla aile kurdurmalar, gerekirse şiddet ve ölüm...Yani siz eşcinselliğin o kadar kolay bir şey olduğunu mu sanıyorsunuz? O zorluklar işte eşcinselleri daha çok mücadele etmeye itiyor, daha çok görünür kılıyor. Sonra da eşcinseller LGBTİ'lerin görünür olmasını engelliyor, deniyor. Valla ne lezbiyenler, ne biseksüeller, ne de transseksüeller heteroseksist toplumlarda eşcinseller kadar dışlanmıyor, ayrımcılığa maruz kalmıyor, heteroseksizmin de 12'den hedefi değil hiçbirisi eşcinseller kadar. Bütün LGBTİ'ler bir çıkış yolu buluyorlar hteroseksist bir toplumda ama eşcinsellerin hiçbir kamuflajı yok. Buyrun meydan sizin. Siz de görünür olun, siz de ön planda olun. Eşcinseller niye engellesin ki sizi? İnanın yeri geliyor heteroseksist gibi muamele görüyor erkek eşcinseller LGBTİ'lerden. Bunun sebebi ne biliyor musunuz; evet ne yazık ki eşcinseller kadar kendileriyle barışık değil LGBTİ'ler; ister kabul etsinler, ister kabul etmesinler. Barışık olmaları için, eşcinseller gibi maskelerini soyunup dökünmeleri lazım. Eşcinseller mücadelenin bütün kahrını çekerlerken, onlar haytalarını kamuflaj kamuflaj yaşıyorlar, sonra da "biz nerdeyiz?" diyorlar. Size sormalı; sahi neredeydiniz biz bir şeylerin mücadelesini verirken?! Şu anda neredesiniz? Eşcinseller mi kesiyor önünüzü? Bir de eşcinselleri bifobik, transfobik olarak suçluyorlar? Gidin allah aşkına ya... Yakında eşcinsellerin heteroseksüellerle işbirliği yaptıklarını da iddia ederlerse hiç şaşırmayın; bifobik veya transfobikmişiz ya!

22 Eylül 2014 Pazartesi

Çağla Şikel'in canlı yayın kazasıyla farkındalık yaratabilmek...

Çağla Şikel'in canlı yayın kazasıyla, kadın sağlığı açısından farkındalık yaratabilmek mümkün mü?


Meme nedir diye sorsan, insanların aklına memenin bilimsel anlamda ne olduğundan çok direkt kadın ögesi gelecektir. Çünkü meme kadına ait en sembolik organdır. Ne kadar saklasan da bir şekilde algılanacak kadar kendini gösterir.

Kültürel anlamda hem kutsaldır, hem de mahremdir (bazı kültürlerde mahrem sayılmasa da). Kutsaldır; çocuklar belli bir yaşa kadar memeyle beslendikleri için doğurganlığın sembolüdür. Neden cinsel anlam taşıdığını da düşünürsek, sanırım kadınlığın en sembolik organlarından biri olduğundan olsa gerek. Kadın diyince meme akla geliyorsa, cinsel duygularla örtüştürülmesi de olağanlık dahilinde. Her organın metabolizma için bir görevi var ama onu toplumsal açıdan anlandırmak, kültürel bazda insanların yetiştirilmeleriyle şekillenen bakış açılarıyla alakalı sanırım. Çünkü sadece meme değil, başka organlar da fetişleştirilebiliyor cinsellik olarak.

Mesela meme mahrem olduğu gibi, kadınlığın da olmazsa olmazlarındandır. Ergenlik döneminde fiziksel değişim sebebiyle saklamaya çalıştığımız ama kadınsal anlamda varoluşun da bir öznesi olduğu için, üzerinden ahlakçılık yapılsa da onun üzerinden cazip olmaya, karşı tarafı etkilemeye de çalışıyoruz. Meme estetiği o yüzden yapılmıyor mu? Küçükse büyültüyor veya dikleştiriyor, çok büyükse herkesin beğenisi ölçüsünde küçültüyoruz. Görsel olarak memesi üzerinden iş yapan kadınlar, memelerini çok abartılı bir şekilde silikonlarla irileştirebiliyorlar. Meme yaşlılığın veya gençliğin de simgesi olabildiği için sarkmaya başlayınca, genç olduğumuzun ifadesi olarak da operasyonlarla şekillendirebiliyoruz.

Meme toplumsal cinsiyet olarak kadınlığın en sembolik organı olduğu için, transseksüellerin bir numaralı varoluş unsuru. Çünkü memeyle hem kadın olduklarını kanıtlıyorlar, hem de seks işçiliğine falan itildikleri için, karşı cinse kadın olarak hitap etmenin en kestirme yolu oluyor meme taktırmak. Tabi kültürel algıya göre de meme yoluyla bir arz talep dengesi oluşmuş durumda. Yani memeye bakış açısını sadece içgüdüsellikle açıklayamayabiliriz; toplumsal cinsiyetle de alakalı bir durum. Yoksa heteroseksist toplumlardaki erkek translar da memelerinden kurtulmaya çalışırlar mıydı?

Meme üzerinden kolay operasyon yapılabilmesi, trans kadınların silikon yoluyla memeye kavuşmalarını sağladığı gibi, trans erkeklerin de memelerinden kurtulmalarını sağlıyor. Gelişmiş toplumlarda artık vajina veya penis bölgelerine inilmiyor biyolojik cinsiyet için. Çünkü bu şekilde bir kıyım, metabolizmanın dengesini de bozabildiği gibi daha görsel olduğu için meme üzerinden bir cinsiyet kimliği de yeterli olabiliyor. Translar gene bu söylediklerimi hakaret olarak algılayabilirler ama ayrımcılıkla alakası yok söylediklerimin.

Meme konusunu Çağla Şikel'in canlı yayın kazası aklıma getirdi. Bu konuda yazmak aklımın ucunda bile yoktu. Video sitesinden bir müzik dinleyeyim dedim, sitenin ilk sırasında bu kazanın videosu çıktı karşıma. Görsel iş yapıyorsan, kaçınılmaz bir kaza. Çağla Şikel de, kocası Emre Altuğ da normal karşıladı bu iş kazasını ama toplumsal seviyede olay oldu. Herkes oraya odaklandı. Sanki devlet meselesi haline gelmiş gibi, şu anda bile milyon civarında tıklanmış bu olayın videosu. Bu gidişle milyonlarca tıklanabilir ve rekor bile kırabilir.

Doğal bir durum diyebiliriz bu meraka ama toplumsallığın doğallık olarak algılandığı bir dünyada yaşamakla da alakalı. Hatta bu yüzden doğal yaşamı ayıplar hale geldik normlar, gelenekler yüzünden. Memenin doğal bir şey olduğunun en güzel kanıtı, bazı kültürlerde ayıp karşılanmaması ve memenin ortada olması, saklanmaması. Hatta medya, memenin ayıp olarak kabul edildiği kültürlerde, doğal kültürlerin meme görüntülerini buzlayarak veriyor. Sanki hiç meme görmemişiz gibi. E, pekiştirilecek tabi yasalarca organlar üzerinden yapılan ahlakçılık. Heteroseksizm kadınları nasıl baskı altına alacak meme veya cinselliğe mal edilen organlar özgür bırakılırsa? Meme artık biyolojik yapının doğal bir parçası değildir; heteroseksizmin egemenliği altındaki insanların, üzerinden ahlakçılık yaptığı, kendilerine karşı kullandığı bir silahtır.

Çağla Şikel'in canlı yayın kazası keşke her yıl o kadar kadının maruz kaldığı meme kanseri sebebiyle, magazin malzemesi olduğu kadar, kadın sağlığına dikkat çekmek amacıyla da kullanılabilseydi. Ama kadına bakış açısı, fırsatları olumlu yönde değerlendirmemizin önünde engel teşkil edebiliyor ne yazık ki. Daha Batı'da bile ancak Angelina Jolie, Kylie Minogue gibi ünlülerin sağlık problemleriyle ilgili olarak kadın sağlığına dikkat çekilebiliyorsa, magazin gündemiyle kadın sağlığına dikkat çekmek fazla iyimserlik olur sanırım. Çünkü geleneksel kültürler, cinsellikle örtüştürülen organlar üzerinden ahlakçılık yapmakla meşgul hala.

Harcamalarının bonusları bile bizi ihya eder!

Zenginin malı, züğürdün çenesini yorarmış... Bizimki de o hesap mı gerçekten? Medyada çok okuyoruz ünlülerin fütursuzca harcamalarını. En son gene Ebru Gündeş'in TV'de kış sezonunda giyeceği kıyafetler için 400 bin lira harcama yaptığını okuduk. 400 bin lira! Bazıları için bu para kuruş gibi bir şey, bazıları içinse hayatları boyunca dünyanın en ağır işini yapsa da bir arada göremeyecekleri ve de hayatlarını çok refah bir şekilde sürdürebilecekleri bir para.

Bu harcamalar bir gereklilik mi, yoksa ihtişamın getirdiği bir görgüsüzlük mü? Her televizyona çıkan bu kadar pahalı kıyafetler mi giyiyor, yoksa bu kadar pahalı giyinerek piyasa değerini arttırıp yüksek kazanç mı sağlıyor? "Bakın ben bir starım, beni programınıza dahil edecekseniz, benim giderlerimi de göz önünde bulundurarak ona göre bir teklifle gelin" demek mi isteniyor? Öyle de oluyor sanırım.

Tabi bazı sanatçıların diğerlerine göre doğuştan getirdikleri ve kitleleri sürükleyebilecek yetenek gibi artıları olabiliyor ama o artılar da ne kadar sanatsal anlamda, ne kadar magazinsel anlamda değerlendiriliyor tartışılır. Yani bu kadar yüksek harcamaları sağlayan kazançlar, ne kadar hak edilmiş oluyor acaba? Gerçek anlamda sanat yapanların, zorluklar içersinde hayatlarını sürdürdüklerine şahit olmuyor muyuz? Tabi vitrin her zaman ilgi gördüğü için, değeri de fazla oluyor emeği geri planda kalanlar verse de. Bu dizide de böyle, televizyon programında da böyle, görsel ve işitsel işlerin hepsinde de böyle.

Gene niye bu konuya değindiğimi sorabilirsiniz. Alan memnun, satan memnun; bana ne oluyor gene sabah-sabah değil mi? Ben de mi hazımsızlık çekiyorum acaba cukkayı götürenlere karşı? Zannetmiyorum. Yani hayat koşulları zor ve insanlar, hayvanlar zor durumdalarken, insan bu rakamları duyunca, ister istemez üzülüyor veya neden böyle oluyor, diye sormadan edemiyor. Bir tarafta açlık sefalet, bir tarafta ihtişam. Sorsan herkesi insancıl, herkes duyarlı, herkes yardım sever...

Mutlaka insanlıklarını da yapıyorlardır, oluşmuş piyasa şartlarından onlar da kaçamıyor olabilirler ama gerçekten bu düzenin dışına hiç çıkılamaz mı, bu düzenin değiştirilmesi için gereken çaba sarf ediliyor mu? Ne mi öneriyorum? Eğer şartlar bu tarz bir israfı gerektiriyorsa, ben olsam bu israfla elde ettiklerimin karşılığını da layığıyla veririm daha paylaşımcı olarak.

Herkes geleceğini düşünerek arkasını sağlama almak ister ama zenginlerin fakir metabolizmadan bir farkı yok ki, daha çok paraya ihtiyacı olsun. Yani 400 bin liralık kıyafet yerine 4 bin liralık kıyafetle de hayli hayli bir televizyon sezonu çıkarılabilir. Kalan 396 bin lirayla da neler neler yapılmaz ki? Ebru Gündeş'in bir dönemlik harcamalarının bonusu bile 300 bin liraymış. İnsan kendini bir tuhaf hissediyor.

Deniz Seki'nin son albümü "iz" bırakmıyor


Güzel bir intro, modern ritimler üzerine sloganvari sözler, melodi de insanı sarıp sarmalıyor ama melodinin de sloganvarisi olur mu; olur. Yeni bir nota dizilimi arzetmiyorsa ve de arabeskimsi bir şeyse neden olmasın.

Gene klasik bir Deniz Seki şarkısı. Hani Deniz Seki piyasaya yeni çıkmış biri olsa, güzel şarkı deriz son albümündeki şarkılara. Ama benzerlerini zamanında dinlediğimiz için, bunlar artık heyecan vermiyor. Ama Deniz Seki'nin yorumunu seviyorsanız, vakit geçirebilirsiniz.

Tekrardan kurtulmak için yırtınıyor izlenimi veriyor. Bazen ne düşünüyorum biliyor musunuz? Hani insan yeni bir şeyler üretemiyorsa, kenara çekilmesini, demlenmesini de bilmesi gerekir. Bir de ben her yorumcunun ozan olmasını, kendi söz ve müziğini yapmasını sakıncalı buluyorum şarkıcılık adına. Hani diyorlar ya, günümüzde başarının sırrının, kendi müziğini yapmak... Buna hiç katılmıyorum. Şarkılar o kadar çok benziyor ki birbirine, sıkılıyorsun bir süre sonra. Nilüfer, kendi şarkılarını yaptığı için mi Nilüfer oldu veya Nükhet Duru..? Sezen Aksu o kadar üretken bir sanatçı olmasına rağmen, niye başkalarının şarkılarını da söylüyor? Ben Deniz Seki karşıtı değilim. Zamanında çok dinledim, çok güzel şarkıları ve albümleri de var ama bundan önceki ve şu an dinlediğim albümü... Üçüncü şarkıya kadar daha bir şey bulamadım.

Belki de yılların sanatçılarından deneysel bir şeyler beklemek yerine, onların yaşam tecrübelerinin müzikal ifadelerinin varyasyonlarını dinlemek de istedikten sonra keyifli hale gelebilir. Gözlerini kapatıp, kendini diğer şarkılarından bağımsız o anki şarkısına ve Deniz Seki yorumuna verirsen, sorun yok. Zaten biz melankolik ve de duygusal bir müzik dinleyicisiyiz. O anki ruh halimize hitap ediyorsa dinlediğimiz şarkı, tamamdır. Ama müzikte dinleyici olarak arayış içinde olanlara yutturmak o kadar kolay değil bu albümü. 

Bazen sanatçıların eski albümleri yad edilip, yeni albümlerinin kötü olduğu söylenir ya; aslında bu laf değil, gerçek. Gerçekten sanatçılar sonraki albümlerinde şarkıları hep kendileri yapıyorsa, yenilik barındırmadığı için insan aradığını bulamayabiliyor. Albüm zamanı geldi, piyasada varolmak adına zorlama da olsa bir şeyler yapayım, der gibi üretim yapılabiliyor. Bu yüzden bazı albümleri dinlerken harcadığın zamana acıdığın bile oluyor. Çünkü sıkı bir müzik dinleyiciysen, düğün havası dinlemek istemeyebiliyorsun.

Altıncı şarkının kendini tekrar eden bir melodisi olsa da, işte bu Deniz Seki, diyebiliyorsun ama sonra gene sıkılıyorsun. Belki bu olumsuz ifadelerle Deniz Seki'ye haksızlık ediyor olabilirim ama dinleyerek kendime de haksızlık ediyorum aslında. 

Yedinci şarkıda ne düşündüm biliyor musunuz arabeskimsi girişi duyunca... Aslında söylendiği gibi bir çok popçu pop müzik adı altında arabesk yapıyor. Deniz Seki de onlardan. Evet, bu şarkı yakışmış Deniz Seki'ye ve Deniz Seki de arabesk adı altında şarkı söylese kendini zorlamazdı ve çok daha yaratıcı işler çıkabilirdi ortaya.

Gene Deniz Seki'nin arabesk havasına giden bir şarkı, hayranlarını da memnun edebilecek nitelikte ama... Gene de diğer şarkılara göre daha orjinal.

Nihayet adını zikredebileceğim ve dinlenebilecek bir şarkı çıktı albümden. Hem pop müzik tadında, hem düzenleme olarak güzel, hem beste olarak güzel, hem de söz olarak anlamlı bir şarkı; "Yazlık Gazinolar". Keşke albüm yapacağına bu şarkıyı single olarak piyasaya verseydi, dedirtiyor. Albüme can vermek yerine, albüm yüzünden şarkıya yazık olabilir, üzerine gidilmezse dikkat çekmeyip kayıplara karışacağı için.

Tekrar vasata geçiyoruz, hem de dibe vurarak sonraki şarkıyla. Belki siz sevebilirsiniz. 

İntrolara, enstrüman bölümlerine bakıyorsun, iyi gibi geliyor şarkılar ama vokale geçildiği zaman... Belki de kötü bir albüm değil ama yavan geliyor, bir şeyler eksik geliyor. Albümü ya zamana bırakmak gerekiyor, veya macera aramamak gerekiyor! "Değerindesin" şarkısı da diğerlerinin arasında sıyrılan bir şarkı. Evet, evet bu şarkı güzel... 

11 şarkı az geldi de, eski bir şarkı o yüzden mi dahil edildi acaba albüme? Niye bu şarkı üstelik; "Sevemem Artık".

12 şarkıdan sadece 2 şarkıyı beğendim; "Yazlık Gazinolar" ve "Değerindesin". 12 üzerinden 2'lik bir albüm yani.