31 Ocak 2014 Cuma
Venüs-kalça gamzesi
Eşcinsel karşıtlığı bir hastalıktır
Offf! Bu konudan çok defa bahsettim ama konuyla her karşılaştığımda değinmeden duramıyorum. Eşcinsellik hastalık mıdır, değil midir, yoksa asıl hastalık eşcinsel karşıtlığı mıdır?
Dünya Sağlık Örgütü, 1990 yılında eşcinselliği ‘hastalık’ olarak görmekten vazgeçmiş, nokta.
Amerikan Psikiyatri Kurumu ise yapılan bilimsel araştırmaların, eşcinselliğin bir bozukluk ya da anomali değil normal ve sağlıklı bir cinsel yönelim olduğunu göstermesi sonucu eşcinselliği 1973 yılında hastalıklar listesinden çıkarmış. Al sana bir nokta daha.
Homofobik toplumlardaki maddi çıkar peşinde koşan ve gerekçesi "tedavi olmak isteyen eşcinseli geri mi çevireyim?" diyen psikiyatrlara mı inanacağız, uluslararası örgütlere mi?
Hastalık veya rahatsızlık, beden veya zihinde meydana gelen, rahatsızlık, dert ve görev bozukluğuna yol açan belirli bir anormal duruma verilen isimdir.
Eşcinsellerin eşcinselliği öğrenilinceye kadar hiç kimse eşcinsellere hasta demiyor ama hastalık belirtisi görülmediği için.
Sakın hastalık olan homofobi, eşcinsel karşıtlığı olmasın.
Walden Üniversitesi’nden Dr. Elaine C. Spaulding’e göre, sosyo-kültürel fenomenler tarafından organize edilen cinsiyetçilik, ırkçılıktan farklı bir şekilde homofobi psikolojik bir durum olarak görülebilir.
John Hopkins Üniversitesi’nden Dr. Mary H. Guindon ise daha ileri giderek, kişisel özelliklerin homofobi, ırkçılık ve cinsiyetçilik yoluyla diğerleri üzerinde adaletsizce, acı veren ve hoşgörüsüz davranışlarda bulunmak için bir etken olduğunu ve bu nedenle bu tür davranışların bir hastalık, psikolojik bir problem olarak görülmesi gerektiği görüşünde.
Arkansas Üniversitesi Psikoloji bölümünden profesör Jeffrey M. Lohr, homofobinin psikopatolojik bir problem olmaktan çok sosyal ve moral bir problem olduğu görüşünde.
Eşcinsellere karşı duyulan korkuya dayalı nefret ister sosyolojik sebeplerden dolayı olsun, isterse homofobiklerin psikolojilerinin zayıflığından kaynaklanan patolojik bir durum olsun, sonuçta tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Çünkü sağlıklı bir insan, hiç kimseye, eşcinselin kendine ve de heteroseksüellere zararı olmayan, aksine eşcinseli mutlu eden, paralelinde de kendini gerçekleştirdiği için etrafına mutluluk yaymasına sebep olan bir cinsel yönelimden korkmaz ve de nefret etmez. Kısacası hiçbir şey bile hissetmez. Ben ne hissediyorum heteroseksüelliğe karşı? Niye nefret etmiyorum üstelik homofobilerine maruz kaldığım halde heteroseksüellerden? Sanırım aslolan eşcinsellik ve dünyaya heteroseksizm egemen olduğu için, insanlar dışlanmamak adına kendileriyle barışamıyorlar ve bu, doğanın gerçeği olan eşcinselliğe, cinsiyetçi ve cinsel özgürlüğün olmadığı bir dünyada nefret olarak yansıyor.
Dünya Sağlık Örgütü, 1990 yılında eşcinselliği ‘hastalık’ olarak görmekten vazgeçmiş, nokta.
Amerikan Psikiyatri Kurumu ise yapılan bilimsel araştırmaların, eşcinselliğin bir bozukluk ya da anomali değil normal ve sağlıklı bir cinsel yönelim olduğunu göstermesi sonucu eşcinselliği 1973 yılında hastalıklar listesinden çıkarmış. Al sana bir nokta daha.
Homofobik toplumlardaki maddi çıkar peşinde koşan ve gerekçesi "tedavi olmak isteyen eşcinseli geri mi çevireyim?" diyen psikiyatrlara mı inanacağız, uluslararası örgütlere mi?
Hastalık veya rahatsızlık, beden veya zihinde meydana gelen, rahatsızlık, dert ve görev bozukluğuna yol açan belirli bir anormal duruma verilen isimdir.
Eşcinsellerin eşcinselliği öğrenilinceye kadar hiç kimse eşcinsellere hasta demiyor ama hastalık belirtisi görülmediği için.
Sakın hastalık olan homofobi, eşcinsel karşıtlığı olmasın.
Walden Üniversitesi’nden Dr. Elaine C. Spaulding’e göre, sosyo-kültürel fenomenler tarafından organize edilen cinsiyetçilik, ırkçılıktan farklı bir şekilde homofobi psikolojik bir durum olarak görülebilir.
John Hopkins Üniversitesi’nden Dr. Mary H. Guindon ise daha ileri giderek, kişisel özelliklerin homofobi, ırkçılık ve cinsiyetçilik yoluyla diğerleri üzerinde adaletsizce, acı veren ve hoşgörüsüz davranışlarda bulunmak için bir etken olduğunu ve bu nedenle bu tür davranışların bir hastalık, psikolojik bir problem olarak görülmesi gerektiği görüşünde.
Arkansas Üniversitesi Psikoloji bölümünden profesör Jeffrey M. Lohr, homofobinin psikopatolojik bir problem olmaktan çok sosyal ve moral bir problem olduğu görüşünde.
Eşcinsellere karşı duyulan korkuya dayalı nefret ister sosyolojik sebeplerden dolayı olsun, isterse homofobiklerin psikolojilerinin zayıflığından kaynaklanan patolojik bir durum olsun, sonuçta tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Çünkü sağlıklı bir insan, hiç kimseye, eşcinselin kendine ve de heteroseksüellere zararı olmayan, aksine eşcinseli mutlu eden, paralelinde de kendini gerçekleştirdiği için etrafına mutluluk yaymasına sebep olan bir cinsel yönelimden korkmaz ve de nefret etmez. Kısacası hiçbir şey bile hissetmez. Ben ne hissediyorum heteroseksüelliğe karşı? Niye nefret etmiyorum üstelik homofobilerine maruz kaldığım halde heteroseksüellerden? Sanırım aslolan eşcinsellik ve dünyaya heteroseksizm egemen olduğu için, insanlar dışlanmamak adına kendileriyle barışamıyorlar ve bu, doğanın gerçeği olan eşcinselliğe, cinsiyetçi ve cinsel özgürlüğün olmadığı bir dünyada nefret olarak yansıyor.
Cinsiyet ayrımcılığının tek sorumlusu erkekler değildir
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın, TRT programlarında meslekleri cinsiyetleştirecek şekilde konuk ağırlandığını söylemesinin, cinsiyet ayrımcılığını pekiştirmesinden dolayı kabul edilecek bir tarafı olamaz. Tamam herkes kapasitesine, yapısına uygun iş yaparsa daha başarılı olur ama burada bir art niyet söz konusudur. Erkeğin iktidarını koruyacak şekilde toplum içindeki mesleklerin erkeklere, kadınları eve kapatacak şekildeki görevlerinse kadınlara atfedilmesi, buram buram cinsiyetçilik kokmaktadır. Yemek, aile ve çocuk konularında çağrılıyormuş kadın konuklar. Direkt mesaj veriliyor aslında topluma kitle iletişim araçlarıyla; Kadının yeri evidir, yemek yapmaktır, çocuğa bakmaktır. Elinin hamuruyla kadının inşaatlarda ne işi var denmektedir erkek mühendis konuk ısrarıyla. Zaten muhafazakar iktidar kadın ve erkek konusundaki görüşlerini inkar etmiyor. Herkes de biliyor zaten ama kadınlar namus cinayetlerine kurban giderken, ayrımcılığa kadınlar maruz kalırken, nasıl "kadının yeri erkekten sonradır, erkek daha güçlüdür-kadın haddini bilmelidir" tarzında açıklama yapabilir ki bir Başbakan Yardımcısı. Bu açıklamanın, bir türkücünün erkeğin kadına tokat atmasını normal karşılamasından, bir caninin evli bir kadını kaçırıp kendi malıymış gibi kurşun yağdırarak öldürmesinden ne farkı var? Kadın ayrımcılığının en uç noktası, kadına eşit gözle bakmamanın bir neticesidir. Kadına söz hakkı vermeyip kadının rolünü erkek çizerken, zaten nasıl bir eşitlik beklenebilir ki? Burada Bülent Arınç tek suçlu değil tabi ama bulunduğu konum itibarıyla dengeleri sağlamak yerine bozuk dengeyi daha da bozacak şekilde bir açıklama yapması, vatandaşın ayrımcılığına cesaret verecektir mutlaka. Evet, önce boy aynasında bir kendimize bakmamız gerekiyor. Biz ne düşünüyoruz kadınlık ve erkeklik hakkında? Kadınla erkek eşit mi değil mi? Kadınlar da her işi yapabilir mi, yoksa sadece erkeğe hizmet mi olmalıdır görevi? Evet, bana göre yemek yapmak, çocuk bakmak kadının görevi değil, erkeğe bir hizmettir. Vatandaş olarak kaç kişi kadınla erkeğin eşit olmasını istiyor? Velhasıl Bülent Arınç erkek egemen toplumdan aldığı cesaretle pekiştiriyor cinsiyet ayrımcılığını. Toplum böyle düşünmese TRT'nin böyle bir uygulaması olabilir mi? İktidarda bulunanların ayrımcılığı giderecek şekilde politikalarının olması gerekir ama onların iktidara gelmeden önce ne düşündükleri ve kimin temsilcisi olduğu bilinmiyor muydu? Ben bu tür ayrımcılıklara hiç şaşırmıyorum, sadece sinirleniyorum. Çünkü ayrımcılığa maruz kalan kadınlar bile toplumsal cinsiyete göre rolleri benimsemiyorlar mı? Kadınlar cinsiyet eşitliğini sağlayacak politikaları hayata geçirmedikleri sürece söz hakkı hep erkeklerde olacaktır ve kararları onlar alacaktır. Tamam, yasalarla ayrımcı düzen değiştirilebilir ama insiyatif, egemen olan erkeklerin insafına kalır. Ama hayata geçirilmiş bir eşitlik, hem yasaları değiştirecek, hem de ayrımcılığı pekiştiren erkek düşüncesine dur diyecektir. Eşitlik istiyorsak, her şeye rağmen o eşitliği yaşamaya çalışmalıyız önce ki, hem toplumsal yaşam değişsin, hem de ayrımcılara maruz kalanları koruyacak olan yasalar değişsin. Tek başına yasaların değişmesi yeterli olmayabilir. Çünkü yasaları uygulayanlar da erkekler değil mi şu aşamada? Değişimi öce hayatta başlatmalıyız ki yasalar ve kafalar ona göre şekillensin. Kadınlar ne düşünüyor erkeklerin cinsiyet ayrımcılığı konusunda? Genellikle onaylamıyorlar mı? Türkücünün karısı ne diyor kocasının kendisine tokat atması konusunda: İyi bir koca değildir ama iyi bir babadır. Evli kadını öldüren erkek ne diyor: Aşkımdan öldürdüm. Bülent Arınç'ın televizyonda mesleklere göre kadın veya erkek konuk ağırlanmasını savunmasından doğal ne olabilir ki. Bakınız, kadınlar toplumsal cinsiyete uyacak şekilde kadınlığı pekiştirdiği sürece, erkeklerin algısında bir şey değişmeyecektir. Çünkü insanın kendisine nasıl davranılacağını kendisi belirler. Birisi bana bir şeyi bir kere dikte edebilir, iki kere dikte edebilir, kabul etmeyince vazgeçecektir. Ayrımcılıklarda suçu biraz da kendimizde arayalım. Sadece kadın-erkek eşitliği konusunda değil, tüm konularda. Kusura bakmayın ama kadının bariz feminenliğini bile cinsiyetçiliği pekiştirecek bir unsur olarak görüyorum ben. Hele işleri görsellik olan kadınların falan kadınlıklarının altını çizmeleri yok mu tavırlarıyla, giyim-kuşamlarıyla...
Yaşlılık gerçeğiyle yüzleşmek
Hayatı her alanda tecrübe etmeyince, bazı alanlarda kendi başımıza gelinceye kadar empati kurmamız zor olabilir, hatta mümkün olmayabilir. Her konumu öyle kolaycacık anlayabilseydik ötekileştirmeler, dışlamalar, anlayışsızlıklar olmaz, daha sabırlı, daha anlayışlı, daha toleranslı, daha saygılı olabilirdik kendi dışımızdakilere karşı. Ötekileştirilmek, yalnızlaştırılmak, dışlanmak, ayrımcılığa maruz kalmak çok zordur çoğunluğa dahil olmadığın, olamadığın zaman. "Olamadığın zaman" diyorum, çünkü yapından, yaşından, yaşam tarzından vesaireden dolayı çoğunluk seni kabul etmeyebiliyor. Mesela eşcinseller, dil-din-renk-ırk-milliyet farklılığı olanlar... kısaca yaşamda risk grubunda yer alan hayvanlar, engelliler, yaşlılar, hayata tutunamayanlar... Yalnız, sistemin çıkarına hizmet ettiği sürece tüm ötekileştirilenlerin bile kabul edildiği zamanlar ve mekanlar olabiliyor ama yaşlılara asla müsamaha gösterilmiyor. Çünkü onlara artık sisteme faydası olmayan işi bitmiş fazlalıklar gözüyle bakılıyor. Abartmıyorum, "ölse de bir an evvel kurtulsak!" diye bakılıyor. Dilde sevgi, saygı oluyor ama insanlar gerçek yüzlerini, duygularını saklıyorlar. Sadece çevrelerine karşı ilgiliymiş gibi davranıyorlar. Duymaz mıyız hep, "O da kurtuldu, biz de" lafını. Yaşlı kayıpları hayra yorulur hep. Yalnız anlattıklarımı bazı durumlarla karıştırmayın. Çok yaşlı olmayanlar vardır ve erken kayıp olarak görülüp üzülünür. Tabi her halükarda ebeveynlerine çok düşkün olup da onları kaybetmek istemeyenler de olabilir nadir de olsa. Bunların da bazıları manevi olarak kayıp yaşama acısından dolayı üzülebilirler. Çok acımasızım biliyorum ama gerçekler böyle ve söylediklerimin dışında olanlar üzerlerine alınmasınlar. Konuyu şuraya bağlayacağım. Hayatta en istismar edilen kesim yaşlılardır. Yaşlanıncaya kadar saygı duyulan kişilere karşı saygı, sevgi, nezaket azalıyor, hatta kalmıyor. Bir çocuk muamelesinden daha kötüsü yapılıyor onlara. Çocuklar da azarlanır ama sevilirler ama yaşlılara sevgi de kalmıyor. Gerçekten şu hayatta karşılıksız hiçbir şey yok. Sevgi bile çıkar üzerine kurulu. İnsanın içindeki sevgi arzusunu tatmin etme durumu olmasa karşısındakini sever mi? Karşılıksız, beklentisiz sevgi bile yok şu hayatta ki, yaşlılar niye sevilsin değil mi? Görev gereği sevilip sayılacaklarsa hiç sevilip sayılmasınlar. Çünkü bu yaşlıları gücendiriyor. Yük olduklarını hissettikleri zaman hayata küsüyorlar ve sadece bedensel olarak hayata veda edecekleri günü bekliyorlar. Oysa insan her yaşta, herkesle eşit yaşama hakkına sahiptir. Burada sorumluluk en başta devlete düşüyor. Yaşlılarla ilgili ciddi anlamda onları düşünen yasalar çıkartılması gerekiyor. Sevgisiz ve saygısızca da olsa yaşlılarına bakan aileler, çocuklar var ama bakımsızlıktan bu hayattan göçen yaşlılar da var. Yaşlılara rencide edici davranışta bulunanları dahil olmak üzere hiçbir şekilde ilgilenmeyenlerin cezalandırılması gerekiyor. Devletin de huzur evleri şeklinde değil, yaşlıların aile hayatlarını sürdürebilecekleri şekilde düzenlemeler yapması gerekiyor. Şu anda uygulamada olan yaşlılara evde bakım desteği gerçekten çok önemli ama bu destek gerçekten onlara bakanlar tarafından layığıyla uygulanıyor mu? Ve de bu yardımı hak eden bütün yaşlılara ulaşılabiliyor mu? Çünkü devletin hastane kurumlarından bakım raporunu almak o kadar kolay bir şey değil. Olmamalı da ama hak edenlere de bu yardım için lüzumsuz zorluklar çıkarılmamalı. Ülkemiz yaşam koşullarını düşündüğümüz zaman çok şey istiyorum zannedilebilir ama yaşlılara ayağı yere basarken saygıda kusur etmeyen bir millet olarak, aynı saygıyı yatağa düşünce de göstermeliyiz. Çünkü bu onların hakkı. Yaşlılık hakları için illaki mevkisinin mi olması gerekiyor? Mesela resmi bir yaşlıysa veya ünlü bir yaşlıysa herkes onun için "ne yapabilirim?"in derdine düşüyor, arkasından da çok üzülüyor. Oysa insan olmak yetmez mi haklar için? Ben şu anda yaşlılığın ne olduğunu biri yakınım, biri komşumuz olmak üzere tecrübe ediyorum. Ve diyorum ki yaşlı olmak, engelli olmanın, eşcinsel olmanın, zenci olmanın... yanında kıyaslanamayacak kadar zor bir şey. Yaşlıların duyguları çok rencide oluyor. Çünkü kendilerine bakanlara yük olduklarını zannediyorlar. Bu durum ayrımcılığa maruz kalmaktan bile çok zor bir durumdur ve yaşlılar bu duyguyu sürekli yaşıyorlar. O yüzden onlara, onları hayata bağlayacak şekilde davranmalıyız. Şımarık bir çocuğa toleranslı olmaktan çok daha toleranslı olunmalıdır. Bir de şunu hatırlatmadan geçemeyeceğim. Bazıları kendilerini çok iyi bir insan olarak falan hissedebilir ama bir yaşlıya sabır göstermeyi öğrenmeyen bir insanı ben iyi insan olarak tanımlamam. Çünkü yaşlılara ilgi hiç beklentisiz bir ilgidir. Artık yaşlılık gerçeğiyle insanlığın yüzleşmesi gerekiyor. Yaşlılık öyle kurtulunacak bir durum değil ki. Bugün onlaraysa, yarın sana, bize. Ve yaşlılara nasıl insanca davranılması gerektiğine dair bir sistem oturtulursa, bizim yaşlılığımız da garanti altına alınmış olur. Fiziksel olarak estetiklerle falan gençleşmeye çalışacağımıza yaşlılık gerçeğiyle yüzleşsek, daha hayırlara vesile olacağından çok eminim. Pardon, çok önemli bir şeyi unutmuşum. Bazı aileler yaşlılarına bakıcı tutuyorlar. İşi gücü olanları anlıyorum ama bir de evde olup da yaşlılara bakıcı tutanlar var. Bu yaşlıların resmen yalnızlaştırılıp yaşarken ölmeleridir. Kendi çocukları tarafından dışlanması, artık sevilmediklerinin hissettirilmesidir. Yaşlılar da "iyi kötü bakıyorlar" diye teselli etmeye çalışıyorlar kendilerini. Bu mudur olması gereken?
30 Ocak 2014 Perşembe
Adile Yadırgı, geç keşfettiğim bir cevher
Merve Çaloğlu "Uzak Yollar"(dan özlediğimiz müzikle geldi!)
Tango tarzındaki açılış şarkısı "Bir Gün Elbet" çok güzel bir şarkı., ikinci şarkıda Ege'yle Latin mi harmanlanmış, bana mı öyle geldi? "Beni Merak Etme" de 80'lerin Pop Dans soundunda gümbür gümbür çok enfes bir şarkı. Müzikte baslar çok önemli soundun güçlü olması açısından ama insanın beynini de şişirmemeli. Kontrollü bir sound olmuş. Albüme ismini veren şarkı, isim şarkısı olmayı fazlasıyla hak ediyor. Albüm hep bu Pop Caz soundunda olsaydı dedirtecek cinsten bir şarkı ve Merve Çaloğlu'na cuk oturmuş. Gerçekten albümde boş şarkı da yok. "Bu Satten Sonra" albümün en dikkat çeken Pop şarkılarından. Relax oluyorsun dinlerken. "Gidelim Buralardan" albümün zirve şarkısı diyebiliriz. Düzenlemedeki senfonik hava şarkıyı yükseltmiş de yükseltmiş. Merve Çaloğlu'nu parlatacak şarkı bizim tınılarımızla Latin tarzının harmanlandığı "Yollar Bağlar" olabilir. Ama herkes "Sarhoştu Geceler"i daha çok sevecek. Çok vurucu bir şarkı. Kültürümüzden bir melodisi var çünkü.
Ne diyelim, özlediğimiz tarzda müzikle hoş geldin müzik dünyamız Merve Çaloğlu. "Lades" klibi dönmeye başlamış albümden. Merve Çaloğlu'nun künyesine Twitter'dan ulaşabildim. Piyanist, şarkı yazarı, şarkıcı ve tiyatro artisti yazıyor.
Yazıyı yazdıktan sonra radyoda canlı performansını dinledim Merve Çaloğlu'nun. Yanılmamışım. Hatta canlı performansı stüdyo kaydından daha iyi olanlardan. Şarkılar da tamamen sanatçının kendisine aitmiş.
29 Ocak 2014 Çarşamba
Altıncı blog yılım
Altıncı blog yılım. Önce haberleri paylaştığım bir bloğum oldu, sonra yazılarımı paylaştığım bir bloğum. Sonra iki blog ilgi alanıma dar gelince, her ilgi alanıma bir blog açtım. Ve sonra Radikal Blog çıktı ortaya ve orada da yazmaya başladım. Ben yıllardır böyle paylaşımlar yapmak istiyordum ama yapabileceğim bir ortam yoktu. Özellikle internet sitemin olmasını çok istiyordum. Web tasarım kurslarına gittim ama blog aklımın ucundan bile geçmiyordu. Bir gün tesadüfen karşılaştım blogla ve kendi kendime çözüp bloglarımı açmaya başladım. Çok heyecan verici gelmişti ve kaptırmıştım kendimi. Ve o heyecan aynen devam ediyor. Hayatım bilgisayar başında okuyarak ve bloglarımı güncelleyerek geçiyor. Bloglar aracılığıyla haber ve yazılarımın birilerine ulaşmasından çok, ilgi alanlarımı internet üzerinden paylaşmak beni çok tatmin, dolayısıyla çok mutlu ediyor. Bir de insanın kendi sayfasında özgürce bir şey yapabilmesinin hem rahatlığı var, hem de özgüveni oluyor. Bloglar özgünlük gerektirir de, insan daha samimi oluyor kimse karışmadığı için. Ben tekniği severim ama bunun samimiyetimi bozmasına asla izin vermem. İnsan düşüncelerini anlatırken kendisi gibi olmalı. Ben obsesif olduğum için arşivcilik merakım var. Beğendiğim bir şeye tekrar ulaşabilmek için onu saklamak isterim. Bloglar bir anlamda internet üzerinden okuduklarımı ve beğenilerimi sakladığım bir arşiv gibi de. Çünkü beğendiğin bir çok şey zamanla internet üzerinden silinebiliyor. Evet çok yorucu oluyor çok bloglarla uğraşmak ama bloglar olmasaydı ben gene uğraşacaktım bir şeylerle. Bari şimdi sevdiğim ve yapmak istediğim bir şeyle uğraşıyorum. Ne mi kazanıyorum? Kendimi! Bir de insan, bazıları diyelim, yazarken kendini daha doğru ifade edebiliyor. Biliyor musunuz, ben okumak ve yazmak olmasaydı internete bu kadar takılmazdım. Çünkü interneti kendimi beslemek dışında zaman kaybı olarak görüyorum. Hele bazılarının oyunlarla ve sohbetle vakit geçirmesini, aynı kahvehane ve günlerde zaman öldürmek gibi görüyorum.
Artık doğaya inancımı da yitirdim
Çünkü çok sevdiğim kedilerim daha yaşına girmeden tek tek kayboluyorlar. Eğer doğa en güçlüyse, zararlı taraflarını budamalı, şamarını yerleştirmeli kendini bir şey zannedenlere. Artık zaman kavramı da anlamını yitirdi. Ne için sabredeceğiz, enayi gibi ne kadar iyimser olacağız, ne kadar alttan alacağız? Derviş mi olacağız, ermiş mi olacağız sabrede sabrede? Saçmalamak istiyorum artık. Tut, tut, tut nereye kadar. Nemrut, sevgisiz, nefret dolu bakışlara tükürmek istiyorum. Kötülük kol geziyor etrafta masum canlara kıyan. İnsanlık bende kalmasın artık, herkes yaptıklarının bedelini ödesin. Herkes çıkarına göre bir sistem oturtmuş, hiçbir şey umurlarında bile değil. Ben de saçmalamak istiyorum derken ben de kendi kanunlarımı hayata geçirmek istiyorum. Daha çok sevgi, daha çok sevişmek istiyor, sevgiyi foşur foşur köpürtmek istiyorum. Şımarık şımarık sevgileri sokağa dökmek istiyorum. Nefrete karşı, duyarsızlığa karşı, vicdansızlığa karşıda daha sert cephe almak istiyorum. İnsanlıktan bahsediyorlar, sevgiden bahsediyorlar, saygıdan bahsediyorlar, hakta-hukuktan bahsediyorlar, eşitlikten-adaletten bahsediyorlar (özgürlükten bahsetmiyorlar yalnız) ama bol bol nefret kusuyorlar. Her yer lapa lapa kusmuk dolu. Ayak basacak yer yok nefret kusmuğundan. Vıcık vıcık tiksindirici boyutta nefret, zır cahil boyutunda nefret, bela boyutunda nefret, kabus boyutunda nefret. Karabasan gibi dünya. Nefes aldırmıyor sevgiye. Evet insanlar hayvanlara sevgi ve saygı duymuyorlar. Yaşama hakkına sevginin ve saygının kalmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Psikopatlar diyarında yaşıyoruz, sevginin, saygının dilde olduğu, göstermelik olduğu bir ikiyüzlüler dünyasında yaşıyoruz. Çünkü prim yapıyor sahtekarlık. Göremiyor musunuz yapış yapış akan bu iki yüzlülükleri, sahtekarlıkları. Soyutladım ruhumu bu kirletilmiş dünyadan ama fiziksel olarak da ayrışmak istiyorum. Sevgisizliği, eşitsizliği, nefreti, haksızlığı kaldıramadığım dönemlerde yaşıyorum şu sıralar. Varım ama sadece fiziksel olarak. Yaşıyorum ama kendim için değil. Çünkü böyle bir hayata yaşamak bana ağır geliyor. Evet masum kedilerin yok oluşu beni bu noktalara getirdi. Öncesinde Kanada'daki foklar, Uzak Doğu'daki balina, fok katliamları, sırtlarında cinayet kanıtları taşıyan kendini kaybetmişler, deri moda haftası düzenleyen-canlı üzerinden sömürgecilik yapan ruhunu kapitalizme teslim etmiş ruhsuzlar vesaire. Psikopat olmak için illa ki cinayet işlemek falan gerekmiyor, bunlara aracı olmak, cesaret vermek, talepte bulunmak bile yeterli. Hatta ben duyarsız talepkarlıkları daha psikopatça buluyorum cahil beyinleri psikopatlığa teşvik ettiği için. Öfkeli miyim? Güldürmeyin. Önce insanlar kendi ruhsuzluklarına, duyarsızlıklarına ve psikopatlıklarına bir baksınlar. Aşk için cinayetmiş, pöh! Hayatın düzeni böyle olduğu için hayvanlar kesiliyormuş, insanlar için yaratılmışmış... Her şey heteroseksizme göre ayarlanıyor, hala farkında değil misiniz? Heteroseksizmin karşısında olanlar bile heteroseksizme hizmet ediyor ama işlerine öyle geliyor sanırım. Bakıyorum da insanlık nelerle uğraşıyor. Oysa yaşamak için bir lokma yiyecekle sevgiden başka bir şeye ihtiyacı var mı? Sanki her şey, herkesin yaşama hakkını zapturapt altına almak için yapılıyor gibi.
28 Ocak 2014 Salı
Sıradışı bir kız Cyndi Lauper
Hep derim, 1983 yılı müzikte devrim gibidir, en azından benim için. O yıl sinyallerini vermiştir ve 1984'te patlamasını yapmıştır pop müzik. 80'lerin ikinci çeyreğinden sonuna kadar çıkan şarkılar birer klasik haline gelmiştir. Bizim ülkemizdeyse '85 yılında etkisini göstermiştir bu patlama ve 83'ün sonlarıyla '84 yılında çıkan şarkılar birlikte dinlenmiştir. Aslında Batı'da da '83 veya '84 yılında çıkan albüm ve şarkılar '85 yılında kendini tam anlamıyla gösterebilmiştir. Bunlardan biri de Cyndi Lauper'in "She's So Uunusual" albümü ve şarkılarıdır. 2-3 yıl boyunca bu albümden çıkan "Girls Just Want To Hava Fun", "She Bop", "Tme After Time", "All Throught the Night" ve "Money Changes Everything" 45'likleri etkisini sürdürmüştür. Bir albümden 3-5 şarkının hit ve listelerde zirve yapması azımsanacak bir şey değildir. Ve hala "Girls Just Want To Hava Fun" ve "She Bop" aynı tazelikte dinelenebilen uzun soluklu şarkılardır. Tabi herkes Cyndi Lauper'ı bu iki şarkıdan ibaret zannedebilir ama dediğim gibi Cyndi Lauper hala faal müzik hayatını sürdürmekte ve kaliteli işlere imza atmaya devam etmektedir. Bir çoğuna "At Last", "The Body Acoustic", "Memphis Blues" gibi albümleri fazla pop olmadığı için anlam ifade etmeyecektir ama "Shine", "The World is Stone", "Bring ya To the Brink"gibi daha pop şarkıları çok iyi olmasına rağmen gözardı edilmiştir. Cyndi Lauper'la tanışmak isteyenlere iyi bir fırsat "She's So Unusal" albümü. Tavsiye olunur.
Cyndi Lauper müziği dışında giyimiyle-kuşamıyla ve farklılıklara, özellikle LGBT'lere karşı dostluğuyla sıradışı bir sanatçıdır. 4 yıl önce aileleri tarafından reddedilen LGBT'leri için stüdyo tipi dairelerden oluşan sığınma evi projesiyle de gündeme gelmişti. Çünkü onun gerçek rengi gökkuşağının renkleriydi.
Çok mutsuzum ve insanları çok fazla sevmiyorum!
Hayata genellikle pozitif bakmaya çalışırım çok takıntılı bir olmama rağmen. Yaşamak istiyorsan, olumsuzlukların da sürecin bir parçası olduğunu kabul edip yola devam ediyorsun, etmek zorunda kalıyorsun. Alışıyorsun, kabul ediyorsun da başına gelen kötü şeylere-insanın kötü zannettiği ama doğaya göre olasılıklar dahilinde olan durumlara. İnsanın yapısına ters gelen her şey canını acıtıyor ama canlı kayıpları çok daha mutsuz ediyor insanı. Hani insan bütün olumsuzluklara rağmen hayata iyimser bakar yüreğinin taş kesmemesi, içindeki sevginin nefrete dönüşmemesi için ama bazen "yeter artık" diyorsun, "bu kadarı da fazla artık" diyorsun, "bu hayatın benimle ne alıp veremediği var" diyorsun ve isyan ediyorsun. İşte o zaman hayatı kaldıramayıp kafayı yiyenleri anlayabiliyorum.
Üzgünüm ama ben hayvanları insanlardan daha çok seviyorum. Çünkü onlardan kötülük görmediğim gibi, hayatı onlarla paylaşınca pozitif enerji alıp çok mutlu oluyorum. Onlar sevgisini çıkarsızca paylaşıyorlar. Biz onları iyi anlayamasak da onlar bizi çok iyi anlıyorlar. Yük olmadan hayatımıza güzellikler katıyorlar. Fedakarlığı öğretiyorlar, sevmeyi öğretiyorlar, sabrı öğretiyorlar, insana insanlığı öğretiyorlar kısaca.
Evet bugün benim de hayata kızgınlığım var, öfkem var, kırgınlığım var. Denge denilen şey böyle olmamalı. Biliyorum hayatın bir suçu yok, dengeyi bozanlar gene insanlar ama kimden çıkartabilirim ki acımı... Çok sevdiğim bir kedimi daha kaybettim. Sabahtan beri yok. Daha akşam sevişmiş, fotoğrafımızı çekmiştim. Face'te paylaşıp "birbirimizi çok seviyoruz" demiştim. Hiç aklımın ucundan bile geçmemişti ayrılacağımız.
Gerçekten ne oluyor bu kedilere. Artık trafik canavarı veya birilerinin zehirlemesinden de öte, birilerinin kedilerimi kaçırdığına da inanmaya başladım. Veya resmi kişiler sokaklardan kedileri falan topluyor olabilirler mi? Benim kedilerim zaten insan canlısı oldukları için korku nedir bilmezler ki. Kim gel derse giderler. Acaba kedi sever birileri falan görüp götürmüş olabilir mi? Nasıl sevgiyse.
Kendimi suçlu hissediyorum. Bu gece birlikte uyumamıştık. Salonda kalmışlardı. Yanımda olsaydı belki gitmezdi. Ama dışarıdan bir zarar görmese zaten gelirdi ki. Ne kadar uzağa gidebilir ki hem. Hala döneceğini umut ediyorum ama. Bu sefer konduramıyorum bu kedimin başına bir şey gelmesini. Çünkü hiç hak etmiyor. Çok sevecen, çok insancıl-dı benim küçük kaplanım.
Bir yılda altı kedi oldu giden. Birisi zehirlenerek eve döndü, diğerleri dönmedi. Gerçekten anlayamıyorum. Yalnız bu kedilerin ahının, onlara zarar verenlere hiç de iyi gelmeyeceğini biliyorum. Şunun da altını çizeyim; Hayvan hassasiyeti olmayanda ne sevgi, ne de vicdan olduğuna inanıyorum, inanmam da. Kimse beni bu konuda kandıramaz. Ancak kendilerini kandırabilirler "ben sevgi doluyum..." diye.
Şu anda üç kedim daha var. "Onlar da giderse acı çekmemek adına hayatımı bundan sonra kedilerle paylaşmayacağım" diyorum ama ne olacak küsünce hayata, ne olacak sevgimi masum canlılardan esirgeyince? Bilmiyorum beni anlayabiliyor musunuz? Ben insan kaybetmenin ne demek olduğunu anlayabiliyorum. Babam dahil bir çok yakınımı kaybettim. Hiçbirisi hayvanları kaybetmek kadar canımı yakmadı. Bu insanları sevmemek değil, sevgimi bencilce kullanmamakla alakalı. İnsanın içinde gerçek sevgi varsa, herkesi, her şeyi ayırt etmeksizin sever. Benimki de öyle bir şey işte. Ve sevdiğim şeyler insanlar yüzünden zarar gördükleri için de, insanları diğer şeylere göre daha az seviyorum.
Neyi düşündükçe içim acıyor biliyor musunuz? Kedilerimin başına ne geldiğini düşündükçe. Acaba canları yanarak mı başlarına bir şey geldi, şu anda yaşıyorlar da bana gelmek mi istiyorlar...? Çünkü onlar bensiz yapamazlar. Onları çok severek, onlara kötülük yapıyorum sanırım. Hayatın kötü olduğunu benim yüzümden öğrenemiyorlar. İnsanlar hayvanları hiç anlamaya çalışmıyorlar. İnsanları sevmemi beklemesin kimse benden. Bugün böyle bir moddayım işte ne yazık ki.
27 Ocak 2014 Pazartesi
Ay, Caner sen o kadar yakışıklı mıydın!
Erkeklerin aşk anlayışı, kadınların da hayali
İsa'yı unutmayalım, unutturmayalım
anlayamasalar da, anlamak istemeseler de mesajını bırakarak.
İsa dünyalılara göre intihar etti ama
kendine göre gerçekleşemeyen hayatından dolayı ölü bedeninden sıyrıldı
ve sadece Dünya'ya veda etti.
Evet, doğmamıştı daha İsa hayata-Dünya'ya
ve insanlar ona yaşama hakkı vermeyerek öldürdükleri gibi
bedeni aracılığıyla bir kez daha öldürdüler vicdansızlıklarıyla.
İsa dürüst oldu ve kaldıramadı bu iki yüzlü hayatı;
Dürüstlük öldürüyor ne yazık ki kimi zaman
mücadeleye rağmen direnme gücünü zayıflattığı için.
Her intihar zayıflık değildir yalnız,
çıkış yolları kalmamış olabilir, bulunamamış olabilir.
Ama her eşcinsel intiharı toplumsal bir cinayettir.
Çünkü nefret olmasa her insanın mutlaka yaşama ihtimali vardır.
İsa giderken bize de mesaj bıraktı cesur olmamız için,
güç birliği yapmak dışında seçeneğimiz olmadığını hatırlatmak için,
bir araya gelip bu güç birliğini devam ettirebilmemiz için.
İsa'nın ruhu adına şimdi birbirimize daha sıkı sahip çıkmalıyız.
Sadece melekler gökyüzüne yükselirken aklımıza gelmesin birlik-beraberliğimiz.
Bu tür son mesaj olsun yaşama haklarımıza sahip çıkmamızı hatırlatan.
Unutmayalım İsa ve diğerlerini
ki diğer İsa'lar, diğer LGBTİ'ler hayatta kalsın.
Birbirimize cesaret verelim hayatta kalabilmek için,
yaşama haklarımızdan vazgeçmemek için.
Kayıplarımızı dışarıda yılda bir kaç kez hatırlasak da, içimizdeki mumlarını hiç söndürmeyelim.
Onların ruhlarını içimizde yaşatalım;
Çünkü hepimiz birer İsa'yız;
Kaybettiklerimizi unutursak, kendimizi de kaybetme ihtimali her zaman vardır.
Bir kez daha hayata güçlü bir başlangıç yapalım İsa'nın bizim için yaptıkları adına.
Her gidiş koskoca bir hayatı bırakarak gidiyor, o hayata sahip çıkalım.
Bu hayat bizim de hayatımız, ona sahip çıkmalıyız her zerresini yaşayarak.
Hayatın bir parçası olduğumuzu kabul ettirmemiz, hayatlarımıza sahip çıkarak mümkündür.
İsa'nın mesajının en anlamlı tarafı buydu belki.
Belki de o pes etmedi, sadece bizlere "hayatınıza sahip çıkın" diye bir hatırlatma yaptı.
Evet hayatımıza sahip çıkalım, çünkü bu dünyada, bu hayatta bizim de yerimiz var.
Biz hayatın renkleriyiz, sevgiyi çoğaltmalıyız
ki homofobi, transfobi bitsin.
İsa'yı unutmayalım hayatta varolabilmek adına,
unutturmayalım yaşama hakkımız adına.
Biz yaşadıkça, vazgeçmedikçe gidenler çok mutlu olacak.
26 Ocak 2014 Pazar
Canım televizyonum!
Televizyon 87 yaşındaymış. İlk deneme yayını 1925'te İngiltere'de, Amerika'da yaygın olarak kullanımı 1940'larda olmuş. Yaşım gereği 70'lerin ortasından sonra veya son çeyreğinde haberim oldu benim televizyondan. Bir kahvehane'ye gelmişti o dönemler siyah-beyaz olan televizyon. Sonra komşularımıza falan. Bizim eve çok geç girdi. Antenler Çökelez dağına ayarlanırdı daha iyi çekmesi-daha net yayın alınması için. Offf!; Televizyon benim yapıma çok uygun bir kutuydu. Işıltılı dünyaya ulaşmama bir aracıydı. O kadar çok hoşuma gitmişti ki, tahtadan kendime televizyon yapmaya kalkmıştım. Tabi kahveye televizyon gelir de, kahveci bu durumdan nemalanmak istemez mi? Çay içmeyene televizyon izlettirilmiyordu. Biz çocuklar da kahvenin arka penceresinden izlerdik. Televizyon 24 saat açık olmazdı. Açılıncaya kadar TRT logosu ve müzik olurdu, onu bile izlerdik. Kapanış saati de gece 12'ydi sanırım ve İstiklal marşı ve "Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınz" uyarısıyla sona ererdi yayınlar. Televizyon demek çizgi film demekti, dizi film demekti ve tabiki de Türk Sineması demekti o dönem için. Bazen yayın kopardı ve bir fotoğraf ve müzik devreye girerdi. Hatıralarımda yer eden çok dizi oldu o dönemden ama "Şeker Kız Kendi" ve "Dallas" en önemlisiydi benim için. Çarli'nin Melekleri de. TRT çocuk şenliği, spor programları, Pazar programları, Pazar Konseri, Pazar sineması... Demek ki hafta sonları daha önemliydi. Cumartesi gecesi müzik eğlenceleri (Bizden Size), Yılbaşı özel eğlenceleri, Eurovision... Haber spikerlerini, sunucuları bile ezbere bilirdik. Çok düzgün konuşurlardı, lay lay lom değillerdi. Bir hata yaptılar mı TRT'den uzaklaştırma cezası alırlardı. Televizyon sinemaların yerini almıştı. Evlerimizin en önemli vakit geçirme aracıydı. Seçimleri televizyondan takip ederdik. Bunlar şimdi de var diyebilirsiniz ama kim TV izliyor ki şimdi. İnternet varken televizyonun önemi olabilir mi? Eskiden bir sanatçı çıkacak diye TV'de beklerdik. Şimdi istediğimiz sanatçıyı, istediğimiz zaman internetten izleyebiliyoruz. Zaten klip denilen bir şey var artık. Aslında internet sadece televizyonu değil, iletişime malzeme olan her şeyi sıradanlaştırdı. Çünkü internet sayesinde her şeye ulaşabiliyoruz artık. Ve herkesin istedikten sonra küçük çaplı da olsa bir medyası var. Aç sayfanı, iyi bir şey yapabiliyorsan seni takip ediyorlar. İnternet aracılığıyla ulaşılabilirlik, herkes arasındaki statü farkını ortadan kaldırdı bir anda. İletişim her zaman olacak ama televizyon kutusu imternetin yanında artık çok ilkel kalıyor. Bakalım YouTube, Facebook ve Twitter'dan sonra ne çıkacak internette. Unuttum; Televizyona ilk renkli geçiş 80'lerdeydi. Lady Diana'nın evlilik törenini renkli izlemiştik. Komşularımı bıktırdığımı hatırlıyorum televizyon izlemeye gide-gide. Eskiden TV izlemek için misafirliğe gidiliyordu çünkü. Ve çok pahalıydı televizyonlar o dönem. Bir de televizyon için dergiler çıkardı; TV'de 7 Gün en meşhuruydu. Sonra Tele Magazin. Herkes biliyor ama söylemeden geçemeyeceğim. Eskiden tek TRT kanalı vardı. Özel kanalların çıkması da bir devrim sayılır ayrıca. Ya bir de şimdi televizyonlar incecik. O dönem tüplüydü. Ben artık TV izlemediğim için, yeni teknoloji TV almadım daha. Aslında televizyon ile ilgili anlatacak o kadar çok şey var ki, bir anda aklıma gelenler bunlar.
Nadal sadece bir tenisçi değil, haksızlık etmeyelim
Evet spor dünyasından bir çok başarılı sporcu geçiyor ama bazıları teknikleri dışında bir bütün olarak gerçekten yıldız ışığı taşıyorlar ve farklı enerjileriyle insanları kendilerine çekiyorlar, hayranlıklarını kazanıyorlar ve kendilerini izlettirerek onları mutlu ediyorlar. Tamam yıldızlar kendileri de her anlamda tatmin oluyorlar ama yıldız olmak seyirci olmakla kıyaslanamayacak kadar zor bir şeydir.
Şu anda kadın tenisçiler konumuz değil ve onlar her halükarda zaten ilgi görüyorlar ama ben çocukluğumdan beri takip ettiğim tenisçilerden erkek olarak Nadal ve Djokovic kadar ışığı güçlü yıldız görmedim. Tamam günümüzden Federer falan da çok beğeniliyor ama diğer ikisiyle kıyaslanamayacak kadar sönük. Olaya sadece teknik açıdan bakarsak Nadal veya Djokovic'in diğerlerinden farkı olmayabilir ama tenis biraz estetik bir spor, yani tam seyirlik bir spor olduğu için yıldızları da önem arzediyor haliyle. O yüzden Nadal'a haksızlık edilmiş bence. Nadal'dan çok güçlü tenisçiler olmuştur, olacaktır da ama Nadal gibi olmayacaktır hiçbir zaman.
Eğitim kurumlarımız eşcinsel hareketini kabul ediyor artık
Evet bir çoğunun, hatta bir çok eşcinselin Kaos GL'den haberi olmayabilir ve bu sorunun cevabında tereddütler yaşayabilir. Çünkü insanlar daha "Kim 500 Milyon İster?" yarışmasında Zeki Müren'in sesiyle Münir Nurettin Selçuk'un sesini bile ayırt edemiyor. "Ne alaka?" diyebilirsiniz. Çok alaka. Yaşamın gerçeklerine duyarsız bir milletiz vesselam. Nasıl öğretiliyorsak, hayatı o şekilde özümsüyoruz. Kendimize bile yabancıyız. Ama benim eşcinselliğim nasıl en öncelikli kimliğimse, Kaos GL de artık DNA'larımın bir parçası gibi. Size abartı gelebilir ve başka eşcinselleri bilemem ama ben Kaos GL ile 20 yaşında yeniden doğdum ve kendimi buldum. Fotokopi ile çoğaltılan dergi aşamasından dernek statüsüne ulaşmış, uluslararası etkinlikle eşcinsel haklarının ülkemizde en önemli savunuculuğunu, hatta tek savunuculuğunu yapan bir hareket haline gelmiş, hatta eğitim kurumları tarafından onaylanmıştır. Evet bir çoğuna sıradan gelebilir bir sınav soru kitapçığında eşcinsel bir derneğin adının geçmesi ama eşcinselliğin kulağa takılan küpeyle veya at kuyruğu saçlarla pörtletilen kimlikten, açıkça ifade edilen bir hareket haline gelmesi çok önemli bir şeydir eşcinseller, LGBTİ'ler adına. Biz artık varız ve reddedilsek de biliniyoruz. Daha önce yok sayılıyorduk, görmezlikten geliniyorduk ama şimdi kimliklerimiz vücut buldu. Tamam bazı siyasiler hala ağızlarına yakıştıramıyor eşcinsellik kelimesini ve gerçekten dilleri de dönmüyor LGBT kelimesine ama varlığımızdan herkesin haberi var artık. Bundan daha mutluluk verici bir başarı olabilir mi? Bireysel başarılar geçicidir ve faydası sınırlıdır ama "olgu"lar hayatın inkar edilemez gerçekleridir ve herkes tarafından kabul edildikten sonra hayat daha yaşanılası olacaktır. Evet eşcinsellik diye bir gerçek kabul ediliyor artık bazıları suratını ekşitse de. Gerçi onlar bugün varlar, yarın yoklar. Önemli olan hak mücadele sürecinin devamlılığını sağlamaktır. Yarınkiler en azından inkar edilemez bir gerçekle karşılaşacaklar aniden kabul edemeseler de. Düşünseniz ya bugünkü sınavda bu soruyla karşılaşan bir genci. Bir çoğunun umrunda olmayacak ama Kaos GL hareketi diye bir gerçekten haberdar olacak. Belki karşı çıkacak ama inkar edemeyecek.
Diyebilirsiniz ki ders kitaplarında olan bir konunun sınavlarda çıkmasından doğal ne olabilir? Bilmiyorum, benim için önem arzediyor demek ki. Çünkü Açık Öğretim'de kim kitapların yüzünü açıyor ki. Sanırım bu soruyla bir çok kişinin karşılaşmasının mutluluğu benimki. Üniversitelerde eşcinsel oluşumlardan ve aktivitelerinden haberim var ama AÖF aracılığıyla örgün öğretimde okumayanlara eşcinselleğin ulaşması da önemli. Ulaşabildiği ölçüde tabi. Üniversite zihniyetinin homofobik olmaması da tabi ki çok sevindirici. Her üniversite eşcinselliğe kapılarına açacak diye bir durum olmayabilir heteroseksist ve muhafazakar bir toplumda üniversiteler ne kadar bağımsız yapılar olsalar da. Çünkü devletin eli herkesin üzerinde ve özgür bir eğitim sistemi o kadar kolay olmayabilir. Aslında özel veya resmi, bağımlı veya bağımsız herkes çıkarlarına paralel olacak seviyede özgür ve ifadeleri sınırlı. O yüzden egemen bir cinsiyetin en karşısında yer alan bir kimliğin her telaffuzu farklılıklar, inkar edilenler adına bir başarıdır.
25 Ocak 2014 Cumartesi
Voleybolda dünyanın en büyüğü Fenerbahçe
Fenerbahçe kağıt üzerindeki gücünü bugün sahaya yansıtabildi. Mevkilerinde dünyanın en iyi oyuncuları Fenerbahçe'de çünkü. Ve üstelik ilk altı dışındaki oyuncular da as. Yabancı kontenjanından dolayı dönüşümlü oynamak zorunda kalıyorlar. Yabancı oyuncular da ülkelerinin 1 numaraları, yerli oyuncular da. Şöyle bir gerçek var zaten. Kim gibi bir oyuncun varsa, maça 2 -0 önde çıkıyorsun zaten. Bana göre Fenerbahçe bugüne kadarki en güçlü kadrosunu kurdu. Çünkü bütün smaçörler hem güçlü, hem de genç. İkinci set spikerin anlatımıyla şu şekilde bitiyor: Kurtaramıyor Gözde, ve seti bitiriyor Fenerbahçe!
Ben gene de Fenerbahçe'nin tam kapasite oynadığına inanmıyorum ama Fenerbahçe'de o kadar çok yıldız var ki, biri dursa diğerleri oynuyor. Fenerbahçe iyi servis attı, çok iyi defans yaptı ve smaçörler topları öldürmesini bildi. Vakıfbank'ın 73 haftalık yenilmezlik rekorunu sonlandırarak daha anlamlı bir rekor kırmış oldu gücünü göstererek. Eda'nın da dediği gibi yense de yenilse de Fenerbahçe camiası oyuncusuyla, seyircisiyle bir ailedir.
Neye yanıyorum biliyor musunuz? Bir ülkeden en fazla üç takımın katılmasından dolayı CEV'in Fenerbahçe'yi bu yıl Avrupa Şampiyonlar Ligi'ne çağırmamasına. Oysa Fenerbahçe kadrosuyla Şampiyonlar Ligi'nde oynamayı fazlasıyla hak ediyordu. Ne tuhaftır ki, Fenerbahçe Avrupa Şampiyonlar Ligi'ni şampiyon bitiriyor ama kendi ülkesinde final oynamadı-ilk ikide yer almadı diye Şampiyonlar Ligi'ne davet edilmiyor. Kaybeden Fenerbahçe'den çok CEV. Daha renkli bir lig olmaz mıydı Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi'nde oynasaydı? Tek dileğim Fenerbahçe'nin bu kadroyu koruyup, önümüzdeki yıl ikinci kez Şampiyonlar Ligi şampiyonu olması.
24 Ocak 2014 Cuma
Her iki cinsin aşk sembolü Prince
23 Ocak 2014 Perşembe
Eşcinsellik annenin çocuğuna sevgisini niye değiştirir ki?
Annelik nedir? Tabiki de anneliği sorgulamak haddime değil. Sonuçta doğurma özelliğim yok. Tartışmasız farklı bir duygusu vardır.
Eleştireceğim annelikten önce şahit olduğum doğal bir annelikten bahsedeceğim. Bu sene anne kedi benim evde yavruladı. Her biri farklı renkteydi. Yavrularını eşit derece de sevdi. Cinsiyet ayrımı yapmadı. Cinsel yönelimin hiç anlamı olmazdı anne kedi için tabiki de. Sonuçta o yavruları kendisi doğurmuştu ve ayrımcılık doğasına tersti. Onları sütten kesinceye kadar Altı ay boyunca korudu ve sonra doğası gereği yeni bir sürece başladı. Tabi bu insanlara göre hayvanlığın bir sorumsuzluğu olarak görülebilir ama bana göre normal olan budur. Çünkü yavru, anne-babanın istediği şekilde kumanda edeceği ve onu kendi çıkarları için kullanacağı bir araç değildir. Yavruların da kendi doğrultusunda hayatları olmalıdır. Zaten hayat boyu onlara bağımlı yaşasa ve onları yanında yaşatsa neye ve kime faydası olacak ki?
Gelelim insan annelere. "Sağlıklı olsun da cinsiyeti önemli değil" derler ama hep erkek olsun isterler. Çünkü kocaları öyle ister, erkek egemen toplumda makbule geçen erkekliktir. Kaşı-gözü, boyu-posu, endamı güzel olsun ister. Çünkü talibi öyle olursa çok olur. Adlarını kendi kafalarına göre koyarlar. Şöyle erkekçe bir isim olsun, Boğaçhan, Hakan, Aslan, Bora vesaire misali. Fiziksel olarak güçlü olmalı, vurdu mu yumruğunu oturtmalı. Öyle kız gibi olmamalı. İşi-gücü sağlam olsun ki sözü geçsin. Ama yanı başlarında olsun. Fazla uzaklara gitmesin. Namuslu bir kızla evlensin. Başlarını hiç eğmesin. Özellikle eşcinsel olmasın ki hayatlarının en büyük dramını yaşamasınlar.
Aradaki farkı gördünüz mü? İnsanlara sorsan hep çocuklarının iyiliği için isterler bütün bunları ama "hiç çocuklarımıza bu isteklerimiz uyar mı, onlar ne istiyor?" diye sormazlar. Çünkü o şekilde koşullandıkları için, en doğrusunu kendilerinin bildiklerine inanırlar. Aslında koşullanmanın yani heteroseksizmi içselleştirmenin yanında bencillikleri daha ağır basar. Erkek egemen çevrelerine çocuklarının hesabını vermek istemezler. Eğer gerçekten çocuklarını düşünüyor olsalar, çocuklarının da ne istediğini sorarlar ve onları oldukları gibi kabul ederler. Sorsan çocuklarının mutluluğu, kendi mutluluklarıdır ama işin gerçek yüzü hiç de öyle değildir. Kendi mutlulukları için çocuklarının hayatlarını bir kalemde silerler, onları oracıkta gözden çıkarırlar. Çünkü onlar birer kopyalarını doğurmuşlardır heteroseksizmin emrettiği şekilde ve kendilerine benzemiyorsa bir arıza vardır mutlaka düzeltilmesi gereken. Oysa bozuk olan sadece ve sedece kendi kafalarıdır. Çünkü eşcinsellik, eşcinsellere ve de kimseye zarar vermemektedir ama onların heteroseksist dayatmacılığı eşcinsellerin başını yemektedir. Olsun, yesin, ölsünler... Sonuçta erkek değillermiş. Nasıl olsa işe yaramayacak, onları tatmin etmeyecektir eşcinsel çocuklar. Torun veremeyecek onlara, aile formülüyle onları kendilerine bağlayamacaklardır. Yoksa yaşlanınca falan kim bakar onlara değil mi? Oysa heteroseksüel çocuklar değil, eşcinsel çocuklar bakıyor ailelerine en çok (Bunun deneyimlerini kendi üzerimden daha sonraki yıllarda nedenleri ve niçinleriyle hikayelendireceğim). Çocuklarının eşcinsel olduklarını öğrenince araba tamiri gibi hemen psikoloğa götürüler. Tabi öncesinde ve sonrasında şiddet ve yola gelmezlerse cinayet! Abartı değil bu cinayet olayı. Örneklerini ülkemizde yaşıyoruz. Öldüremezlerse reddederler. Gözlerinin görmeyeceği uzaklara defederler. Heteroseksizmin kurbanı olunca da cenazesine bile sahip çıkmazlar. Çünkü onlar, onu evlatlıktan silmişlerdir. Görmezlikten, duymazlıktan, bilmezlikten gelirler ve yaşar giderler. Bir kaza gelmiştir başlarına ve kurtulmuşlardır. Öyle midir gerçekten? Bilmiyorum ama davranışsal olarak öyle görüntü arzetmiyorlar mı? En son annesi reddettiği için Azeri bir eşcinsel intihar etti.
Çocuklarının farklılıklarını kabul eden anneler, babalar yok mu? Tabiki de var. Bursa'da "Çocuğumu koskoca ülkeye sığdıramadılar" diyen anne de var, trans kızını bağrına basan ve ona gelecek hazırlayan anne, baba da. Hatta LGBT çocukları için mücadele eden örgütlenmiş anne-babalar da var LİSTAG gibi ülkemizde ama yetmiyor işte eşcinsel, transseksüel ölümlerinin önüne geçmeye. Gerçek annelik-babalık gerekiyor çocuklarını koşulsuz seven, kuralsız kabul eden. Eğer çocuklarını her koşulda seven anne-babalar olsaydı, homofobi, transfobi olmaz ve eşcinseller, transseksüeller ölmezdi. Çünkü toplumu oluşturan anne-babalar ve onların yetiştirdiği çocuklardır. Bu sayede herkesi eşit şekilde korumayan devlet denilen güç de, nefretsiz bir şekilde şekillenir, yasaları da eşcinselleri de koruyacak şekilde oluştururdu. Hep devleti suçluyoruz, tamam devlet de bu ülkeyi eşit şekilde yönetmeyi öğrenmesi gerekiyor ama devletin nasıl olacağına biz karar vermiyor muyuz?
Eleştireceğim annelikten önce şahit olduğum doğal bir annelikten bahsedeceğim. Bu sene anne kedi benim evde yavruladı. Her biri farklı renkteydi. Yavrularını eşit derece de sevdi. Cinsiyet ayrımı yapmadı. Cinsel yönelimin hiç anlamı olmazdı anne kedi için tabiki de. Sonuçta o yavruları kendisi doğurmuştu ve ayrımcılık doğasına tersti. Onları sütten kesinceye kadar Altı ay boyunca korudu ve sonra doğası gereği yeni bir sürece başladı. Tabi bu insanlara göre hayvanlığın bir sorumsuzluğu olarak görülebilir ama bana göre normal olan budur. Çünkü yavru, anne-babanın istediği şekilde kumanda edeceği ve onu kendi çıkarları için kullanacağı bir araç değildir. Yavruların da kendi doğrultusunda hayatları olmalıdır. Zaten hayat boyu onlara bağımlı yaşasa ve onları yanında yaşatsa neye ve kime faydası olacak ki?
Gelelim insan annelere. "Sağlıklı olsun da cinsiyeti önemli değil" derler ama hep erkek olsun isterler. Çünkü kocaları öyle ister, erkek egemen toplumda makbule geçen erkekliktir. Kaşı-gözü, boyu-posu, endamı güzel olsun ister. Çünkü talibi öyle olursa çok olur. Adlarını kendi kafalarına göre koyarlar. Şöyle erkekçe bir isim olsun, Boğaçhan, Hakan, Aslan, Bora vesaire misali. Fiziksel olarak güçlü olmalı, vurdu mu yumruğunu oturtmalı. Öyle kız gibi olmamalı. İşi-gücü sağlam olsun ki sözü geçsin. Ama yanı başlarında olsun. Fazla uzaklara gitmesin. Namuslu bir kızla evlensin. Başlarını hiç eğmesin. Özellikle eşcinsel olmasın ki hayatlarının en büyük dramını yaşamasınlar.
Aradaki farkı gördünüz mü? İnsanlara sorsan hep çocuklarının iyiliği için isterler bütün bunları ama "hiç çocuklarımıza bu isteklerimiz uyar mı, onlar ne istiyor?" diye sormazlar. Çünkü o şekilde koşullandıkları için, en doğrusunu kendilerinin bildiklerine inanırlar. Aslında koşullanmanın yani heteroseksizmi içselleştirmenin yanında bencillikleri daha ağır basar. Erkek egemen çevrelerine çocuklarının hesabını vermek istemezler. Eğer gerçekten çocuklarını düşünüyor olsalar, çocuklarının da ne istediğini sorarlar ve onları oldukları gibi kabul ederler. Sorsan çocuklarının mutluluğu, kendi mutluluklarıdır ama işin gerçek yüzü hiç de öyle değildir. Kendi mutlulukları için çocuklarının hayatlarını bir kalemde silerler, onları oracıkta gözden çıkarırlar. Çünkü onlar birer kopyalarını doğurmuşlardır heteroseksizmin emrettiği şekilde ve kendilerine benzemiyorsa bir arıza vardır mutlaka düzeltilmesi gereken. Oysa bozuk olan sadece ve sedece kendi kafalarıdır. Çünkü eşcinsellik, eşcinsellere ve de kimseye zarar vermemektedir ama onların heteroseksist dayatmacılığı eşcinsellerin başını yemektedir. Olsun, yesin, ölsünler... Sonuçta erkek değillermiş. Nasıl olsa işe yaramayacak, onları tatmin etmeyecektir eşcinsel çocuklar. Torun veremeyecek onlara, aile formülüyle onları kendilerine bağlayamacaklardır. Yoksa yaşlanınca falan kim bakar onlara değil mi? Oysa heteroseksüel çocuklar değil, eşcinsel çocuklar bakıyor ailelerine en çok (Bunun deneyimlerini kendi üzerimden daha sonraki yıllarda nedenleri ve niçinleriyle hikayelendireceğim). Çocuklarının eşcinsel olduklarını öğrenince araba tamiri gibi hemen psikoloğa götürüler. Tabi öncesinde ve sonrasında şiddet ve yola gelmezlerse cinayet! Abartı değil bu cinayet olayı. Örneklerini ülkemizde yaşıyoruz. Öldüremezlerse reddederler. Gözlerinin görmeyeceği uzaklara defederler. Heteroseksizmin kurbanı olunca da cenazesine bile sahip çıkmazlar. Çünkü onlar, onu evlatlıktan silmişlerdir. Görmezlikten, duymazlıktan, bilmezlikten gelirler ve yaşar giderler. Bir kaza gelmiştir başlarına ve kurtulmuşlardır. Öyle midir gerçekten? Bilmiyorum ama davranışsal olarak öyle görüntü arzetmiyorlar mı? En son annesi reddettiği için Azeri bir eşcinsel intihar etti.
Çocuklarının farklılıklarını kabul eden anneler, babalar yok mu? Tabiki de var. Bursa'da "Çocuğumu koskoca ülkeye sığdıramadılar" diyen anne de var, trans kızını bağrına basan ve ona gelecek hazırlayan anne, baba da. Hatta LGBT çocukları için mücadele eden örgütlenmiş anne-babalar da var LİSTAG gibi ülkemizde ama yetmiyor işte eşcinsel, transseksüel ölümlerinin önüne geçmeye. Gerçek annelik-babalık gerekiyor çocuklarını koşulsuz seven, kuralsız kabul eden. Eğer çocuklarını her koşulda seven anne-babalar olsaydı, homofobi, transfobi olmaz ve eşcinseller, transseksüeller ölmezdi. Çünkü toplumu oluşturan anne-babalar ve onların yetiştirdiği çocuklardır. Bu sayede herkesi eşit şekilde korumayan devlet denilen güç de, nefretsiz bir şekilde şekillenir, yasaları da eşcinselleri de koruyacak şekilde oluştururdu. Hep devleti suçluyoruz, tamam devlet de bu ülkeyi eşit şekilde yönetmeyi öğrenmesi gerekiyor ama devletin nasıl olacağına biz karar vermiyor muyuz?
Eşcinsellerin hayatları hayallerinde kalıyor sadece
Bugün de içim kan ağlıyor. Azeri eşcinselin intihar haberini okuduktan sonra ruhu, ruhuma selamını çaktı geçti ve o anda buz kesildim. Daha önce de söyledim defalarca: Her eşcinsel intiharı, bir nefret cinayetidir ve bu ölümden eşcinsellere karşı duyarsız olan herkes sorumludur. Haksız ölümlere karşı söylenecek çok şey var ama seni anlamak istemeyenlere karşı da ne söylesen boş. Vicdanı olanlar için, heteroseksizm tarafından intihara sürüklenen İsa Şahmarlı'nıın ölmeden önce Facebook'ta paylaştığı yürek dağlayan sözlerini ben de paylaşmak istiyorum:
“Gidiyorum. Hepiniz hakkınızı helal edin. Bu ülke, bu dünya bana göre değil… Ben mutlu olmaya gidiyorum… Anneme de deyin ki, onu çok seviyorum. Hepiniz ölümümde günahkârsınız. Bu dünya benim renklerimi taşıyacak kadar güçlü değil. Elveda.”
Eşcinseller için bir şeyler yapılması gerekiyor. Herkes için bir şeyler yapan, yapmaya çalışan duyarlı insanlar neredeler acaba? Çiçekler, böcekler için sanat yapanlar falan acaba bizler için yüreklerinde hissettikleri acıları dile getirme cesaretinde bulunamıyorlar mı? Çok mu politika üstü, insan üstü bir şey eşcinsellerin dramı? Bazılarınız bizi çok seviyor biliyoruz ama bu bizim ölmemizin önüne geçmiyor. Toplumda söz sahibi yazarlar, sanatçılar, politikacılar bizler için de bir şeyler söyleyin açık yüreklilikle. Hayvanlar için falan çok güzel şeyler yapıyorsunuz, takdir ediyorum ben de kendini hayvanlar grubunda gören biri olarak. Çünkü onlar eşcinsellerden de daha korunacak durumdalar ama biz eşcinseller hayvanlar kadar bile sevilmiyoruz, hayvanlar kadar bile değerimiz yok. Sizlerin çocuklarıyız, içinizden birileriyiz ama sanki cehennemden gelmiş zebaniler gibi nefret ediliyoruz. Gerçekten sırf sevgi şeklimizin farklılığından dolayı nefret edilmenin ve öldürülmenin ne demek olduğunu anlayabilir misiniz? Eğer anlıyorsanız bunu gösterin, gösterin ki daha fazla ölmeyelim artık.
Aynı Türkiye'de olduğu gibi Azerbaycan'da da eşcinsellere karşı işlenen suçlar, nefret suçları kapsamında değil. Yani bir eşcinsel, cinsel yöneliminden dolayı nefretle öldürülüyor ama bunun yasalarda bir karşılığı olmadığı için, ne katiller tam anlamıyla cezalarını çekiyor, ne de eşcinsellere karşı işlenen nefret suçlarına karşı bir caydırıcılık mevcut. Hatta eşcinsel karşıtlığının yasal bir karşılığı olmadığı için eşcinsel karşıtları daha bir cesaretleniyorlar, o yüzden daha rahat öldürülüyoruz. Çünkü öldüğümüz yerde kalıyoruz, cenazemize bile sahip çıkılmıyor.
Ağzımızdan sevgi sözcüğü çıkarken, kelimenin altını doldurabiliyor muyuz diye bakmak gerekiyor. Siz sadece kendinizi ve çıkarlarınızı seviyor olmayasınız. Bizler 100 yıl sonrasının insanları değiliz. Bizim de bekletilmeden insanca ama eşcinselce yaşama hakkımız var. Neyi bekliyor, kimi bekliyoruz ki bir yaşamak için? İsa'nın ölmeden önceki hayali yaşadığı şehir olan Bakü'de birbirini seven eşcinsellerin elele tutuşduğunu görmekmiş. Gerçekten bu çok şey mi? Sevginin fiziksel olarak hayat bulmasının kime ne zararı var? Ruhların bedenlere hapsolduğu bir yaşam, yaşamak mıdır? Eşcinsellerin hayatları hayallerinde kalıyor sadece.
İlahi TRT, çok inandık!
Şu TRT gerçekten çok komik. Şöyle uzaktan kendine bir bakıp, ne kadar komik duruma düştüğünün farkında değil mi? Ahlakçılık için her yol mübah sanırım. Kadınların bacakları görünüyor gerekçesiyle buz pateninin yayınlanmayacağına dair karara tepkiler gelince, fiyat konusunda anlaşmazlık yüzünden böyle bir karar alındığını ve anlaşma sağlandığı için müsabakaların yayınlanacağını açıklamış. Diğer spor müsabakalarında fiyat anlaşmazlığı olmuyor da, sadece buz pateninde mi oluyor? Buz pateninin yayınlama hakkı diğer spor dallarından çok mu pahalı? Tepkiler gelmeseydi buz pateni yayınlanmayacaktı. Tepkiler fazla olunca daha fazla tepki çekmemek adına hemen bahane bulundu fiyat konusunda anlaşamama gibi. "Yayınlamasaydık, voleybol, yüzme ve tenis müsabakalarını yayınlamazdık" demişler. Ben bu spor dallarının hangi kanallarda yayınlandığına bakarım. Şu anda takip etmiyorum TRT'nin hangi spor dalını hangi kanalında yayınladığını ama voleybol karşılaşmalarını TRT yayınlarken hiç kimsenin ulaşamayacağı diğer kanallarından yayınlıyordu. Sırf yayınlamadılar dedirtmemek için. Şimdilerde özel kanallar voleybol karşılaşmalarının yayın haklarını satın alıyorlar da, özel-mözel, paralı-maralı izleyebiliyoruz artık. Size bir soru sormak istiyorum. TRT ve şu anki iktidarının, kadınların spor yapmasına bakış açısını tahmin edebilir misiniz? Başka bir şey söylemiyorum o zaman. Ayrıca TRT yetkilileri kendi ceplerinden mi para harcıyorlar da neyin yayınlanıp yayınlanmayacağına karar veriyorlar? Kendi politikalarına uygun yayın yapmak diye bir şey olamaz.
Bacak gerekçesiyle buz patenine TRT yasağı
Spor izleyicisi gerçekten bacak için mi seyrediyordur müsabakaları, yoksa ahlakçılık yaptıkları için cinsel açlık çeken kendilerinin düşüncesi mi böyle? Tabiki de ikincisi. Herkesi kendileri gibi zannediyorlar. Zaten sporun bir anlamı da yok ki onlar için. Size bir şey söyleyeyim mi? Eğer 80 milyonluk ülkede spor alanında başarısızsak, işte bu ahlakçı zihniyet yüzünden. Bir de olimpiyatları alamamazı "Gezici"lere bağlıyorlar. Kadın sporcuların koluyla bacağıyla uğraşan bir ülkeye Olimpiyatlar'ı verirler mi? İyi ki de vermiyorlar. Bari utanmayız ahlakçı zihniyetin uygulamalarından dolayı. Koskoca Türkiye'den neden başka Tuğba Karademir'lerin çıkmadığını şimdi anlayabiliyor musunuz?
Muhafazakar iktidar hakkındaki düşüncelerim hep paranoyakça bulundu ama benim düşüncelerimden fersah fersah öteye bile geçti bu iktidar. Acaba ben ve benim gibilere inanmayanlar fazla mı iyimser, yoksa onlar da aynı yolun yolcuları da iktidar gibi onlar da mı takiye yapıyorlar?
22 Ocak 2014 Çarşamba
Bütün verilerimi devlete ve halka arz ediyorum
Serdar Kuzuluoğlu, gücün artık bilgiyi kontrol edebilende olduğunu yazmış köşesinde. Mesela e-mail aracılığıyla gönderilen broşürler, kişisel bilgilerimizi toplayan simsarlarmış. Çünkü biz sordukları sorulara cevap veriyoruz. Bir erkeğin apış arasının mantarlı olması veya çürük dişli lezbiyen de gereksiz bilgi sayılmıyormuş. Bu verilerin büyük bölümü yasa dışı ve izinsiz toplanıyormuş. Bu veriler ülkelerin ekonomisine katkı sağlıyormuş üstelik. İnternet devletin de özel hayatlarımıza girmesini mümkün kılmış. Bu durumda masumiyeti ispat edilene kadar herkes suçlu... Sosyal medyada beğenilerimiz kimliklerimizi ele veren en güzel veri kaynağıymış. Devlet takibi internet oyunu, yazışma ve konuşmalarımıza kadar yayılmış. Kablosuz erişim ağlarından, sahte baz istasyonları ve internet kafe kurmaya kadar vardırmış işi devlet. Bununla beraber bizleri takipten kurtaracak teknikler de geliştiriliyormuş devede kulak kalsa da.
Güzel bir yazı ama bütün bu takipler ve verileri elde etmeler niye? Kendimizin barışık olmadığımız, topluma ters gelen taraflarımızı ortaya çıkarmak için mi? Bununla ne yapacak devlet? Bizi fişleyecek mi, bizi suçlu mu ilan edecek? Suçluysak suçluyuzdur zaten ve cezamızdan kaçmak da anlamsız. Yanlış bir tarafımız varsa ve irademize hakim olamıyorsak, zaten kendimiz teslim olmalıyız. Yok düzelmeye gönlümüz olacak kadar kapasitemiz yoksa, arasınlar bulsunlar tabi bizi. Ama bir insan gerçekten düzgünse, kimliği-kişiliği topluma ters olsa bile kaçmasına, saklanmasına gerek yok ki. İnanıyorsak gerçekten kendimize, ne bizim verilerimizin peşine düşerler, ne de o verileri bize karşı kullanabilirler. Biz kendimizden kaçtığımız sürece, bizi bize karşı kullanacaklardır elbette. Şeffaf olmamız çıkarcı dünyada bizim de çıkarlarımıza ters düşecektir ama o dünyayı düzgün döndürmeye çalışmadığımız sürece, bize kötülük olarak geri dönecektir. Veya "Kim düzgün, kim uzun vadeli düşünüyor ki geleceğini?" diyebilirsiniz. E o zaman şikayetçi olmaya da hakkımız yok. Bizi yönetenleri biz seçtiğimize göre, bize benzeyecekler ve bizi de bize karşı kullanacaklardır. Kötülük zincirini kırmak için, başlangıçta zarar görmemiz kaçınılmaz. Hem hayatı sadece kendimiz için yaşamak da doğru değil. Hepimiz sürecin bir parçasıyız. O süreci iyileştirmek için bir katkı sağlamak istiyorsak, sadece kendimiz için bir şeyler yapmak insanlıkla da alakalı değil. Yarınlara bir şeyler bırakmak çok mu büyük bir fedakarlıktır. Bu insanlık değil midir zaten.
Ben gönüllü fişlenmek istiyorum. Çünkü hayata ben olarak karışmak istiyorum ve ben olarak kabul edilmek. Beni bana karşı tehdit unsuru olarak kullanılmasını istemiyorum. Çünkü ben kendime tehdit değilim. Ancak devletin çıkarlarına ters gelebilir benim özgünlüğüm, özgürlüğüm ve dolayısıyla şeffaflığım. Ama ben ben olarak yaşayamadıktan sonra verilerimin gizli kalmasının ne önemi olabilir ki? Bu beni mutlu etmez ki. Acı çekeyim ama bu acıyı çektiren kendim olmayayım. Çünkü bu delirtici bir şey. İnsanın kendini saklaması, inkar etmesi doğaya, insan doğasına, insanlığa aykırı şeyler. Ben her şeye rağmen doğamı ve insanlığımı korumak adına bütün verilerimi halka ve devlete arz ediyorum; Halil Kandok, 10/06/1969, Eşcinsel, Denizli... Daha öte veri ne olabilir ki? "Eşcinselim" diyorum en öteki olarak! Gerisi zaten kimsenin işine yaramaz.
Güzel bir yazı ama bütün bu takipler ve verileri elde etmeler niye? Kendimizin barışık olmadığımız, topluma ters gelen taraflarımızı ortaya çıkarmak için mi? Bununla ne yapacak devlet? Bizi fişleyecek mi, bizi suçlu mu ilan edecek? Suçluysak suçluyuzdur zaten ve cezamızdan kaçmak da anlamsız. Yanlış bir tarafımız varsa ve irademize hakim olamıyorsak, zaten kendimiz teslim olmalıyız. Yok düzelmeye gönlümüz olacak kadar kapasitemiz yoksa, arasınlar bulsunlar tabi bizi. Ama bir insan gerçekten düzgünse, kimliği-kişiliği topluma ters olsa bile kaçmasına, saklanmasına gerek yok ki. İnanıyorsak gerçekten kendimize, ne bizim verilerimizin peşine düşerler, ne de o verileri bize karşı kullanabilirler. Biz kendimizden kaçtığımız sürece, bizi bize karşı kullanacaklardır elbette. Şeffaf olmamız çıkarcı dünyada bizim de çıkarlarımıza ters düşecektir ama o dünyayı düzgün döndürmeye çalışmadığımız sürece, bize kötülük olarak geri dönecektir. Veya "Kim düzgün, kim uzun vadeli düşünüyor ki geleceğini?" diyebilirsiniz. E o zaman şikayetçi olmaya da hakkımız yok. Bizi yönetenleri biz seçtiğimize göre, bize benzeyecekler ve bizi de bize karşı kullanacaklardır. Kötülük zincirini kırmak için, başlangıçta zarar görmemiz kaçınılmaz. Hem hayatı sadece kendimiz için yaşamak da doğru değil. Hepimiz sürecin bir parçasıyız. O süreci iyileştirmek için bir katkı sağlamak istiyorsak, sadece kendimiz için bir şeyler yapmak insanlıkla da alakalı değil. Yarınlara bir şeyler bırakmak çok mu büyük bir fedakarlıktır. Bu insanlık değil midir zaten.
Ben gönüllü fişlenmek istiyorum. Çünkü hayata ben olarak karışmak istiyorum ve ben olarak kabul edilmek. Beni bana karşı tehdit unsuru olarak kullanılmasını istemiyorum. Çünkü ben kendime tehdit değilim. Ancak devletin çıkarlarına ters gelebilir benim özgünlüğüm, özgürlüğüm ve dolayısıyla şeffaflığım. Ama ben ben olarak yaşayamadıktan sonra verilerimin gizli kalmasının ne önemi olabilir ki? Bu beni mutlu etmez ki. Acı çekeyim ama bu acıyı çektiren kendim olmayayım. Çünkü bu delirtici bir şey. İnsanın kendini saklaması, inkar etmesi doğaya, insan doğasına, insanlığa aykırı şeyler. Ben her şeye rağmen doğamı ve insanlığımı korumak adına bütün verilerimi halka ve devlete arz ediyorum; Halil Kandok, 10/06/1969, Eşcinsel, Denizli... Daha öte veri ne olabilir ki? "Eşcinselim" diyorum en öteki olarak! Gerisi zaten kimsenin işine yaramaz.
21 Ocak 2014 Salı
Marka Star Lady Gaga
Çok popüler oldu. Taklit de olsa ikinci bir Madonna olayı. Ama ben bu olayın dışında kaldım nedense. Çünkü Madonna benim için bir gençlik tutkusuydu. İndie Rock'ın etkisine girdikten sonra ikinci bir Madonna tutkusuna da ihtiyaç duymadım. Lady Gaga çok etkileyici ama bana göre müzikal anlamda çok da yaratıcı bir şey yok onda. Lady Gaga'nın adı var ama tekrar tekrar dinlenebilecek çok şarkısı yok. Sanki müziği "Lady Gaga markası"na aracı ediyor gibi. Tabi bu demek değil ki, Lady Gaga'nın müzikle alakası yok. Hayır. Müzikle çok alakalı. Bana göre müzisyen ve de müziğin mutfağına dahil, yaptığı işin tam anlamıyla içinde. Eline tekst tutuşturulan ve müziği görev icabı yapan biri değil. Müziğe ruhunu veren biri. Bunu anlamak için bir canlı performansının videosunu izlemek bile yeterli. Sadece şarkı söylemiyor, şarkı söylerken dans ediyor, müziğin içine giriyor, resmen yaptığı işi yaşıyor, kendinden geçiyor. Çok profesyonel. Bunu ne zaman anlıyorsunuz. Performanstan sonra konuşurken mütevaziliğinden. İşini yaptıktan sonra bizden biri oluyor. Profesyonelliğin kaynağı demek ki kendini bir şey zannetmemek, başkalarıyla değil kendinle yarışmak. Çünkü o zaman hiç durmuyorsun, hiç pes etmiyorsun, hiç rehavete kapılmıyorsun yaptığın işte. O yüzden Batı'da yıldızlar uzun ömürlü oluyorlar ya. Taklit maklit işine saygı duyuyor mu, ben ona bakarım. Lady Gaga'da da bu ciddiye fazlasıyla var. Günümüzde çok Amerikan star var ama bana göre en büyüğü ben onları daha çok sevsem de ne Rihanna, ne Beyonce, ne Pink, ne de Britney Spears... İyi starlar ama marka değiller. Star olmak için marka olmak şart. Starlıkla sanatı birbirine karıştırarak değerlendirme yapmayalım yalnız. Benim star anlayışım da sanattan yana ama ben popülerlikten ve popülerliğin etkisinden, uzun süreli etkisinden bahsediyorum. Yeni albümünü dinliyorum Lady Gaga'nın şu an. Bir şey yok ve sonra bir daha dinlemeyeceğim ama her şarkıda güm güm vuruyor insanı. Pop müzikse buyrun.
Eşcinseller değil, heteroseksistlerdir hasta olan
Eşcinsellere ruh hastası gözüyle bakıyorlar. Resmen hasta da diyorlar. Ama sadece açık eşcinsellere. Çünkü eşcinseller cinsel yönelimlerini gizledikleri sürece hiç kimse onlara hasta gözüyle bakmıyor. Çünkü hasta olmadıkları için hiçbir hastalık belirtileri yok. Hasta gözüyle bakılan eşcinseller oysa aralarında dolaşıyor, en yakınlarındalar, aileden biri konumundalar, okulda, evde, işte, mecliste, her yerdeler ve hatta bir çoğunun imrendiği başarılı insanlar. Ne zaman hasta oluyorlar, eşcinselliklerini açıkladıkları zaman. Belki şu konuda haklı olabilirler; Heteroseksist bir toplumda eşcinselliğini açıklamak deliliktir. Yani ruhsal hastasındır, delisindir ama heteroseksist düzene uymadığın için. Zaten eşcinselliğe hastalık gözüyle bakanların derdi eşcinselliğin hastalık olması ve eşcinselleri düşünmek değil, heteroseksist çıkarlarına ters düştüğü için eşcinsellik bahanesiyle eşcinselleri lanetlemek, onları ötekileştirmek. Çünkü bir insan hastaysa benim bildiğim ötekileştirilmez. Bir de eşcinsellik hastalıksa heteroseksüellik de hastalıktır o da bir cinsel yönelim olduğu için; Eşcinseller heteroseksüellerden daha marazi bir durum mu sergiliyorlar? Aksine heteroseksizmin engellerine rağmen psikolojileri çok sağlam ki, iyi sabrediyorlar. Heteroseksüeller kendilerinden başkalarına sabredemiyorlar ki, psikolojik olarak profesyonel bir yardıma ihtiyaçları var. Evet yok yere nefret psikolojik bir vakadır. Tedavisi sevgidir ama o da onlarda gerçek anlamda olmadığı için, terapiye, telakkiye ihtiyaçları var. Zorda kalınca kendi lanetlerini hemen Tanrı'ya yüklüyorlar. Tanrı'nın hiç işi gücü yok mu da yarattığı kullarını hasta yaratsın. Öyleyse eşcinsellerin ne suçu var, sonradan hasta oldularsa gene eşcinsellerin ne suçu var? Bu heteroseksistler ne zaman iyileşecekler çok merak ediyorum.
Eşcinsellik neden hastalık sınıfına sokuluyor hiç bir bilimsel dayanağı olmadığı halde? Heteroseksüeller çıkarları için kendi kendilerine hastalık icat ediyorlar, sonra olmayan hastalığın tedavisini icat etmeye çalışıyorlar, gene olmadı karalama kampanyası başlatıyorlar. İşin içinden çıkamayınca da araya Tanrı'yı sokarak kendi hastalık icatlarıyla çelişiyorlar. Şimdi eşcinsellik hastalık diyenlere nasıl sağlıklı insanlar gözüyle bakılabilir ki? Bir de bu kişiler doktor, milletvekili bile oluyorlar. Tanrım biz kime güveneceğiz, inanacağız? Tabi onların safsatasına inanacak insan çok ki, nefret cinayetlerine kurban gidiyor eşcinseller. Size bir şey söyleyeyim mi, heteroseksistler gerçekten insanları öldürebilecek boyutta hasta insanlardır. Dayanaksız bir şekilde eşcinselleri hasta ilan etmek ciddi ve üzerinde durulması gereken, insan yaşamını tehdit eden önemli ve acilen halledilmesi gereken bir sorundur. Bakmayın öyle aklı-selim davrandıklarına falan. Ben nefretlerinin boyutunun nerelere uzandığına ve nelere sebep olduğuna bakarım. Potansiyel suçlu gözüyle bakıyorum ben homofobiklere, eşcinsel karşıtlarına. Eşcinselleri öldürenler, "Ben eşcinselleri öldüreceğim" diye elini kolunu sallayan kişilerden çok, hiç beklemediğimiz kişilerden çıkıyor. Zaten nefretini ifade etmek bile cinayetin bir boyutudur. İnsan niye kendisine zararı olmayan kişilerden nefret eder ve onları nefret suçlarına hedef gösterir ki? Evet eşcinsel karşıtlığı ifade özgürlüğü değil nefret suçudur masum insanların-eşcinsellerin hayatına, ölümüne sebep olduğu için.
Britanya Bağımsızlık Partisi'nin (UKIP) Oxford bölgesinden Belediye Meclis Üyesi David Silvester, BBC radyoda katıldığı bir programda eşcinsellik ruhsal bir hastalık demiş. Dayanağı da tıp değil, İncil. Doğal afetlerin sebebi de eşcinsellermiş ve Tanrı'nın bir cezasıymış bu felaketler. Tanrı isabetli felaket veremiyor mu da heteroseksüeller de zarar görüyor öyleyse? Tanrı sakın eşcinsellere yapılan eziyetlerden dolayı heteroseksüelleri cezalandırmış olmasın! Düşünüyorum da, homofobiklerin neden homofobik olduğunu anlayabiliyorum ama anlayamayacak olanlara da ne anlatabilirsin ki? Bakınız, bir şey hastalıksa günah olmaz, günah olduğu için de hastalık sayılmaz. Hadi hastalık diyelim. Eşcinsellerin ne suçu günahı var? Bizi başka Tanrı mı yarattı da günah oluyor, başka gezegenden ışınlandık mı da hastalık oluyor? Eşcinselleri suçlamaktan vazgeçin artık. Her ne isek bunun sorumlusu bizler değiliz. Eşcinsel olunan bir şeyse, günahsa veya hastalıksa buyrun bir de siz deneyin. Olmaya çalışın, günaha girin, hasta olun... Tabi eşcinsellerin eşcinsellikleriyle barışmamaları için her türlü engeli koyuyorsunuz, çocukluktan itibaren homofobik yetiştiriyorsunuz, sonra da onlara yaşama hakkı vermiyorsunuz, bu baskı üzerinden de dayanaksız iftiralarınızla nefretinizi kusuyorsunuz. Bütün eşcinseller eşcinsellikleriyle heteroseksizm engeli olmaksızın barışabilselerdi, siz homofobikleri kim kaale alırdı ki? Eşcinsellik doğaldır ve eşcinseller de bu doğanın bir parçasıdır. Biz başka bir yerden peydahlanmadık, bizler sizin, heteroseksüel ilişkilerinizin mamülüyüz. Doğuştan olsak da suçlusu biz değiliz, sonradan olsak da. Hiç sordunuz mu kendinize biz eşcinsellikten neden nefret ediyoruz diye ve mantıklı bir cevabını bulabildiniz mi hastalık ve günahtan başka?
Eşcinsellik neden hastalık sınıfına sokuluyor hiç bir bilimsel dayanağı olmadığı halde? Heteroseksüeller çıkarları için kendi kendilerine hastalık icat ediyorlar, sonra olmayan hastalığın tedavisini icat etmeye çalışıyorlar, gene olmadı karalama kampanyası başlatıyorlar. İşin içinden çıkamayınca da araya Tanrı'yı sokarak kendi hastalık icatlarıyla çelişiyorlar. Şimdi eşcinsellik hastalık diyenlere nasıl sağlıklı insanlar gözüyle bakılabilir ki? Bir de bu kişiler doktor, milletvekili bile oluyorlar. Tanrım biz kime güveneceğiz, inanacağız? Tabi onların safsatasına inanacak insan çok ki, nefret cinayetlerine kurban gidiyor eşcinseller. Size bir şey söyleyeyim mi, heteroseksistler gerçekten insanları öldürebilecek boyutta hasta insanlardır. Dayanaksız bir şekilde eşcinselleri hasta ilan etmek ciddi ve üzerinde durulması gereken, insan yaşamını tehdit eden önemli ve acilen halledilmesi gereken bir sorundur. Bakmayın öyle aklı-selim davrandıklarına falan. Ben nefretlerinin boyutunun nerelere uzandığına ve nelere sebep olduğuna bakarım. Potansiyel suçlu gözüyle bakıyorum ben homofobiklere, eşcinsel karşıtlarına. Eşcinselleri öldürenler, "Ben eşcinselleri öldüreceğim" diye elini kolunu sallayan kişilerden çok, hiç beklemediğimiz kişilerden çıkıyor. Zaten nefretini ifade etmek bile cinayetin bir boyutudur. İnsan niye kendisine zararı olmayan kişilerden nefret eder ve onları nefret suçlarına hedef gösterir ki? Evet eşcinsel karşıtlığı ifade özgürlüğü değil nefret suçudur masum insanların-eşcinsellerin hayatına, ölümüne sebep olduğu için.
Britanya Bağımsızlık Partisi'nin (UKIP) Oxford bölgesinden Belediye Meclis Üyesi David Silvester, BBC radyoda katıldığı bir programda eşcinsellik ruhsal bir hastalık demiş. Dayanağı da tıp değil, İncil. Doğal afetlerin sebebi de eşcinsellermiş ve Tanrı'nın bir cezasıymış bu felaketler. Tanrı isabetli felaket veremiyor mu da heteroseksüeller de zarar görüyor öyleyse? Tanrı sakın eşcinsellere yapılan eziyetlerden dolayı heteroseksüelleri cezalandırmış olmasın! Düşünüyorum da, homofobiklerin neden homofobik olduğunu anlayabiliyorum ama anlayamayacak olanlara da ne anlatabilirsin ki? Bakınız, bir şey hastalıksa günah olmaz, günah olduğu için de hastalık sayılmaz. Hadi hastalık diyelim. Eşcinsellerin ne suçu günahı var? Bizi başka Tanrı mı yarattı da günah oluyor, başka gezegenden ışınlandık mı da hastalık oluyor? Eşcinselleri suçlamaktan vazgeçin artık. Her ne isek bunun sorumlusu bizler değiliz. Eşcinsel olunan bir şeyse, günahsa veya hastalıksa buyrun bir de siz deneyin. Olmaya çalışın, günaha girin, hasta olun... Tabi eşcinsellerin eşcinsellikleriyle barışmamaları için her türlü engeli koyuyorsunuz, çocukluktan itibaren homofobik yetiştiriyorsunuz, sonra da onlara yaşama hakkı vermiyorsunuz, bu baskı üzerinden de dayanaksız iftiralarınızla nefretinizi kusuyorsunuz. Bütün eşcinseller eşcinsellikleriyle heteroseksizm engeli olmaksızın barışabilselerdi, siz homofobikleri kim kaale alırdı ki? Eşcinsellik doğaldır ve eşcinseller de bu doğanın bir parçasıdır. Biz başka bir yerden peydahlanmadık, bizler sizin, heteroseksüel ilişkilerinizin mamülüyüz. Doğuştan olsak da suçlusu biz değiliz, sonradan olsak da. Hiç sordunuz mu kendinize biz eşcinsellikten neden nefret ediyoruz diye ve mantıklı bir cevabını bulabildiniz mi hastalık ve günahtan başka?
20 Ocak 2014 Pazartesi
Cici kız Sibel Can
İşe şarkı söyleyerek başlamış ama dansözlükle çıkış yapmıştı.
Bir erkek dergisinin kapağında cüretkar pozlarıyla da görmüştük onu.
Orhan Gencebay'ın firmasından albüm çıkarıp, onunla düet falan yapmıştı.
Sonra Serdar Ortaç bestesiyle "Padişah" dedi ve müzik dünyamızın padişahı oldu.
Dizilerde de oynadı. Çünkü şöhretsen, o şöhretten her türlü faydalanılması gerekir bizim sanat sektörü anlayışına göre.
Sanat Müziği'nde de ispat etmeye çalıştı kendini ama basbayağı fantezi sanatçısıydı.
Güzeldir Sibel Can. Tam Türk insanına hitap edecek cinsten.
Saftır da. Erkek egemen yapıya çıkıntı yaratmaz öyle.
Aşkları, evlilikleri oldu gündem yaratan.
Bir Türk ailesine uygun olacak şekilde (Allah bağışlasın) üç tane de çocuğu oldu. Oğlu da giyim tarzı olarak gündemi meşgul etmektedir ne kadar Sibel Can bu duruma bozulsa da.
Sibel Can'ın bikinileri de gündem yarattı, sahnede şarkı söylerken eteğini diz üstü kaldırarak sahnede tur atması da, diğer sanatçılarla atışmaları da...
Ama en çok her albüm öncesi verdiği kilolarla gündem yarattı. En son okuduğumda aldığı verdiği kilolar 100'lerle ifade ediliyordu.
Sibel Can, Emel Sayın'dan sonra sahnelerimizin en çok parlayan solisti olmuştur.
"Bu Devirde", "Daha Yolun Başındayım", "Özledin mi?" albümleri, yerini sağlamlaştıran albümlerdir.
Sibel Can aslında daha kült hale gelebilirdi. Ama içinde yaşadığımız kültürde maddi-manevi var olmanın kuralları vardır. Bu kurallara uymazsan istediğin kadar evrensel ol, istediğin kadar sanatsal ol bir işe yaramaz.
Bu dünyada ya direnerek özgün bir şekilde varolursun, ya da direnmene gerek kalmaz çoğunluğa uygun olduğun için. Sibel Can da çoğunluğun sanatçısıdır, cici kızıdır benimsediği.
Yeni albümü çıkacak bugünlerde Sibel Can'ın. Bakalım gene albüm tanıtımı kilo stratejisiyle mi olacak her zamanki gibi.
Hem eşcinsellik karşıtı olacaksın, hem de eşcinsel arkadaşların olacak!
Bana samimiyetsiz gelen çelişkiyse, aynı Putin'in sarfettiği sözler gibi, eşcinsel karşıtlarının homofobiyle suçlandıkları zaman, "Benim de eşcinsel dostlarım, arkadaşlarım, tanıdıklarım var" diye çıkış yapmaları. Sizin tehlikeli bulduğunuz için karşı çıktığınız eşcinsellik varsa, eşcinseller de olacaktır tabiatıyla uzağınızda veya yakınınızda.
Aslında homofobikler başlı başına bir çelişki yumağı. Varolan bir şeye niye karşı çıkılır ki, niye hastalık diye hedef gösterilir ki, ahlaksızlık diye lanetlenir ki...? Bu da gösteriyor ki, sırf kendi kafaları basmadığı için karşı çıkıyorlar. Eşcinsellik var mı var, hastalıkmış, ahlaksızlıkmış, günahmış... hiçbir şey eşcinselleri insan hakları çerçevesi dışında tutmak için gerekçe olamaz. Eğer gerçekten demokrasi varsa bir düzende, bir insanı cinsel yöneliminden dolayı reddetmek, yanlış bulmak, inkar etmek, hedef göstermek, heteroseksüellerden farklı davranmak, kısaca eşcinsel karşıtlığı bir suçtur ve bu suçu işleyen herkes geriye dönük olmak üzere bile cezalandırılmalıdır.
Eşcinsel karşıtlığı nasıl bir şeydir biliyor musunuz, karşı cinselliği-heteroseksüelliği inkar etmek gibi bir şeydir. Herkesin anlayacağı dilden söylersek, kadınla erkek birbirini sevince suç oluyor mu? Eğer hayata sadece bu açıdan-heteroseksizm açısından bakıyorsanız, söylenecek bir söz olamaz. Hayatı sadece kendin gibi görmek kadar cahilce bir şey olabilir mi?
Eşcinsel karşıtlığının-homofobinin nedeni korkuya dayalı nefrettir. Bu korku, cahillikten kaynaklanan yaşanılan düzenin bozulacağı korkusundan başka, bastırılan kimliklerin ortaya çıkması korkusudur da. Yoksa aklı başında olan bir insan eşcinselliğin düzeni bozmayacağını bildiği gibi yaşamın doğal bir gerçeği olduğunu da bilir, eğer kendisiyle barışabilecek bir sevgi potansiyeli ve özgüveni varsa, kendi kimliğinin ortaya çıkmasından korkmaz da.
Evet sevgi çok önemli bir unsur hayatın gerçekleriyle barışabilmek için. Sevgi dilden düşmez ama hayata geçirilemez bir türlü. Ben insanların çoğunun içinde nefretin sevgiden ağır bastığına inanıyorum. Görünen sevgi, sadece kendilerini tatmin etmek için ihtiyaçtan kaynaklanan kaçınılmaz samimiyetsiz sevgi. Gerçek sevgi en ötekini sevebilmektir. O sevgi de hayatını en ötekiyle paylaştığın zaman mümkündür ve o zaman inandırıcıdır.
Samimiyetsiz sevgiye bir örnek de ülkemizden vermek istiyorum. Sevgi-Der Yönetim Kurulu, Eğitim-Sen Batman Şubesi tarafından Belediye Konferans Salonu’nda düzenlenen “Cinsel yönelim ve Cinsiyet Kimliği Yaşayan Öğrenciler” konulu paneli yazılı basın açıklamasıyla lanetlemiş. Derneğin adı sevgi ama sırf cinsel yönelimlerinden dolayı eşcinsellere nefret kusuyor. Ne yaman çelişki. Dernek Başkanı'nın nefretinin gerekçesine de bakar mısınız; Din, Peygamber, Tanrı, örf ve adetler...
Az önce okuduğum habere göre Putin saçmalamaya devam etmiş. "Eşcinsellik pedofiliden farksız" demiş. Eğer pedofiliyi belirleyen cinsel yönelimse, heteroseksüellik pedofilinin alası diyebiliriz. Putin ne kadar eşcinsellerde çocuk istismarı fazla dese de, istatistikler hiç de öyle söylemiyor. Bir de nüfusun miktarını eşcinselliğe bağlıyorlar ya Putin gibi, iyice irrite oluyorum. Eşcinsellik canlı tarihinden beri var. Eşcinsellik insanlık soyuna tehdit oluştursaydı, insanlar olur muydu şu anda dünyada.
19 Ocak 2014 Pazar
Rahip, rahibe ve Fatih Ürek
Zaten doğalarına aykırı davranamıyorlar. Tanrı'nın isteklerine ters düşerek kendileriyle çelişiyorlar. Evlilik geleneksel bir ritüeldir ama cinsellik olmazsa olmazlarındandır hayatın. Ama evlilik demek de erkek egemen dünyada cinsellik demek olduğu için, aslında evlilik yasağı bir anlamda da cinsellik yasağı oluyor.
Rahiplerin evlenmesi yasak. Böyle olunca da hangi heteroseksüel rahip olmak ister ki. Doğal olarak eşcinseller rahip oluyorlar. Onlar da tutamıyorlar kendilerini ve en yakınlarındaki fırsatlardan istifade etmeye çalışıyorlar. O yüzden kimse de kilisede yaşanılanlardan dolayı rahipleri suçlamasın. Tanrı'ya mal ettikleri sistemlerini değiştirsinler.
Rahipler neden eşcinsel dedim, istismarlarını göz önünde bulundurarak. Bakınız, altını çizerek tekrar söylüyorum. İnsanların yapısı belirler cinsel yöenlimlerini. İçte olmayan bir şey, eyleme dönüşmez. Ben dünyada tek erkek eşcinsel kalsam dahi, karşı cinsle yani kadınlarla beraber olmam söz konusu bile olamaz. Aklım, fikrim, beynim bunu kaldıramaz. Saygımdan dolayı da ne kendime ihanet edebilirim, ne de karşı tarafa rol yapabilirim. Bir eşcinsel olarak karşı cinsle beraber olmaktansa, mastürbasyon yöntemiyle hayallerimde sevişerek gerçekleştiririm kendimi.
Rahipler cinsel istismarları inkar ediyorlar, rahibe nasıl hamile kaldığını hatırlamıyor, çocuğu doğuruyor vatandaştan çok kendisi şaşırıyor... Ne yapsınlar? Mesela çocuk doğuran rahibe aforoz edilmek için mi, "Evet bile isteye yaptım, seks benim de hakkım, kendimi daha fazla tutamadım" mı desin? Halkın şaşırması da iki yüzlülükten başka bir şey değil.
Fatih Ürek'imiz ne demiş; Normal olmak için cinsel zaafımı bastırdım. Cinsellik bir zaaf mıdır, yoksa temel bir ihtiyaç mıdır? Normal olan insanın yapısına uygun olan mıdır, çoğunluğun dayattığı tek tip cinsellik midir? Peki cinselliğini yaşamayınca normal mi olunuyor? Yani insanın cinsel yöneliminin ne olduğunu cinselliğini hayata geçirip geçirmemesi mi belirliyor? Bu kadar belirleyici bir özelliği varsa cinsel eylemin, onu bedenlere hapsetmenin kime ne faydası var? Fiziksel veya cinsel saldırganlıkların sebebi bu kendini tutmalar değil midir? Nereye kadar, ne zamana kadar tutacaksın kendini? Hem kim için, ne için? Ayrıca Fatih Ürek "Normal olmak için cinsel zaafımı bastırdım" derken, eşcinselliğinden mi bahsetmektedir, bu bir itiraf mıdır?
Verdiğim örnekler üzerinden bir genelleme yaparsak, heteroseksizm insanları cinsellikleri üzerinden kontrolü altında tutmaktadır. Yani doğal olan temel ihtiyacımızı ahlaksızlık olarak tanımlamaktadır. Eğer öyle değilse cinsellik neden mahremdir, neden ayıptır, neden günahtır? Cinsellik kötü bir şeyse hiç kimse yaşamasın, hiçbir şekilde yaşanmasın. Hem kötü diyeceksin, hem de cinselliği yaşamaktan kendini alıkoyamayacaksın. Herkesi biraz mantıklı olmaya davet ediyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)