8 Ocak 2014 Çarşamba

Tarkan, Zeki Müren ve Ben


Tarkan ve Zeki Müren'in yüzlerine baktığım zaman sanki aynada kendimi görüyormuş gibi oluyorum. "İnsanın içi dışına yansırmış" derler ya, ruh halimi onların yüzlerinde de görüyorum; Heteroseksizme rağmen hayata pozitif bakmaya çalışan ama bir tarafı hep hüzünlü. Gülerken bile hüzünle gülen bir yüz. Bu hayattan zevk almıyorum anlamına gelmez ama hüzün bana kendini hiç unutturmuyor. Bu durumu sadece yapıma yükleyerek içinde yaşadığımız dünyanın vicdanını rahatlatmak istemiyorum, bilakis bu yapımı-hüzünlü halimi diri tutan erkek hegemonyasına dokundurarak yaşama hakkımın nasıl gasp edildiğini hatırlatmak istiyorum. (Pardon, yazılarım çok mesaj yüklü oluyormuş. Ne yani, bu dünyanın bize yaşattığı acılara rağmen hepimizin de "düz" mü bakması gerekiyor hayata?)

Eşcinsel hikayelerinde, eşcinsellerin kendilerini eşcinsellerle özdeştirdikleirini hep okuyoruz. Bu eşcinsellerin eşcinsellikleriyle barışamayıp, kimliklerinin göz önünde olanda vücut bulmasıyla alakalı olsa gerek. Ben Zeki Müren'i bir gazete parçasında ilk gördüğümde, "Aaa kendimi buldum" demedim. Tarkan'ı da ilk çıktığı günden beri takip ederim ve, "Aaa, nihayet bizi temsil edebilecek bir temsilcimiz var" diye düşünmedim. Çünkü ben hep kendimdeydim, hep kendimle barışıktım, hep kendimi sevdim, hiç kendimden kaçmadım ve o yüzden de kendimi başka "görünür"lerde aramadım. Onlar da benim gibi biriydi ama beni temsil edemezlerdi. Çünkü benim temsil edilmeye ihtiyacım yoktu. Beni sadece ve sadece ben, kendim temsil edebilirdim. Kimse beni, benden daha iyi anlayamazdı, daha iyi anlatamazdı. Çünkü eşcinselliğe benim gözümle bakabilecekler, benim gibi sevgi ve saygıyla yaklaşabilecekler miydi acaba? Benim gibi eşcinselliklerinin arkasında gururla durabilecekler miydi? Hayır, olmadı öyle bir şey ve olmayacak da.

Eşcinsel haklarının, birilerinden bir şeyler bekleyerek kazanılamayacağını biliyorum artık. Eşcinsel hakları, her eşcinselin kendi hakkına sahip çıkmasıyla kazanılabilir. Taşıma suyuyla değirmen ne kadar dönebilir ki? Zaten herkes hayatını kendi kapasitesi kadar yaşıyor ve kimsenin hayata bakış açısı, kimseye uymadığı gibi uymak zorunda da değil. İçlerinden gelse, sahip çıkmazlar mı hayatlarına tam anlamıyla?

Ama her şeye rağmen kitlesel figürlerin bir çok yok sayılana cesaret verdiğine inanıyorum, hak konusunda beklentilere cevap vermese de. Sonuçta farklı bir şekilde de olsa bir duruş var. Kimliklerin kimseyi rahatsız etmeden varoluşu gibi. Sonuçta sanat da bir isyandır varoluş mücadelesinin uzantısı olarak. Sanat, ifade ihtiyacının farklı biçimlerde estetiksel ve hümanist bir takdimidir. Terbiyeli bir politika yapma şeklidir. O yüzden popüler kimliklerin direkt siyaset yapmaları şart değildir. Farkında olmadan öyle veya böyle darbesini, devrimini yapar baskıya karşı. Direkt siyaset yapmaktan daha zor olduğu için sanat, kendimizi özdeştirdiklerimizden "Bizim için ne yaptılar?" diye fazla mızmızlanmamalıyız. Önce bir kendimize bakmalıyız.

Yapılarımız dışında ortak bir noktamız olmasa da ben Tarkan'ı ve Zeki Müren'i çok sevdim. Onları izlerken çok heyecanlanıyorum. Hayata karşı benim istediğim şekilde durmasalar da, orada bir "ben" vardı sonuçta. Sevmemem ve heyecanlanmamam için bir sebep yoktu. Üstelik sanatçıydı onlar. Evet sanatçı olmak benim gözümde en ayrıcalıklı konumdur. Çünkü sanatçı olmak insan olmaktır. Duyarlılık gerektirir, incelik gerektirir. Ve bunlar heyecan yaratır, en azından bende yaratıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder