15 Kasım 2012 Perşembe

Nefretin Büyüğü, Küçüğü Olmaz

O kadar doğaya, gerçeklere ve dolayısıyla kendimize küsüz ki, çok şekilciyiz. Şekilciliğin sebebi olan ve içselleştirdiğimiz, toplumsal bazda kabul görmüşlüğün dışında kalan her şeye sırtımızı döndüğümüz gibi, bizi rahatsız eden hiçbir şeyle yüz-göz de olmak istemiyoruz. Çünkü biliyoruz ki kompsleklerimiz farklı gerçeklere karşı hoşgörüyü, kabul edişi kaldıramaz.

Tamam bizi bu hale getiren içinde yaşadığımız toplum ve kültürü ama o toplumu ve kültürünü oluşturan ve parçası olan kim? Toplumu oluşturmak, değiştirmek yerine niye doğru veya yanlış olduğuna bakmadan bodoslama o çoğunluğa karışıyoruz ki? Sanırım zihinsel tembellik hakim genlerimize diyeceğim ama bu sefer de genetiğe suç yüklenip işin içinden sıyrılmaya çalışacaktır insan doğası diyerek. İnsanlıkta gelişmek, dönüşmek diye bir yeti yok mudur? Bunu faydacılık adına niye kullanmayalım? Sanırım ego sorunun aşamıyoruz bir türlü. 

Bütün bunlar aklıma nerden geldi diye soracak olursanız, o kadar sık karşılaşıyorum ki nefretle? İnsanlar nefreti sadece birisine öldüresiye kin duymak olarak düşünüyorlar. Oysa o öldürme noktasına gelinceye kadar hangi küçük nefret yollarından o noktaya gelinmiştir bir düşünseler. Aniden de nefret olabilir ama o ani nefretle temas kesildikten sonra o şekilde nefret unutulabilir. Ama çocukluktan itibaren içselleştirdiğimiz şekillenmeden dolayı nefret, içimizde hep vardır ve dışarıya fışkırmak için fırsat kollar. 

Öfkemizi nefretle falan tatmin etmeye o kadar meraklıyızdır ki, deşarj olalım da nasıl olursak olalım düşüncesiyle, karşımızdaki masum insanlara da zarar verebileceğimizi, verdiğimizi hiç düşünmeyiz. Ne yapmıştır gerçekten nefret ettiğimizi bırakın, sevmediğimiz, hoşlanmadığımız şeyler, kişiler bize? Bir münasebetimiz mi olmuştur, bir şey mi yapmışlardır bize, bir yaramıza mı dokunmuşlardır? 

"Sevmiyorum, hoşuma gitmiyor, rahatsız oluyorum" diye bir kişiye karşı, bir şeye karşı bunu dile getiriyor-lar. Tamam sevme, hoşlanma ama bunu dile getirmenin uzun vadede birilerine zarar vereceğini düşünemeyecek kadar mı düşüncesizsin-iz? Sanırım öyle. 

Soruyorum "neden" diye? "Bir sebebi yok, bu benim kişisel düşüncem" diyor-lar. Kişisel düşüncense içinde kalsın öyleyse. Ne günahı var sevmediğini kişinin de nefretini dile getirerek işaret ediyorsun, onu hedef haline getiriyorsun-uz. En önemlisi bu hakkı nereden buluyorsun-uz?. 

"Bir de sana ne oluyor da müdahale ediyorsun" diyorlar-lar. İşte sorunun temel noktası. İnsanlar başkalarına-üçüncü şahıslara dokunmadığı sürece hiçbir şekilde karışılmamasına o kadar alışmışlar ki, "Ben bana ters gelen her şeye karışırım, her müdahaleyi yapabilirim" diye düşünüyorlar. Çünkü "Nasıl olsa kimse karışmayacağı için işim daha kolay olacak, ve de benim düşüncelerimden, yaptıklarımdan dolayı birileri zarar görürse de yaptığım yanıma kar kalacak" diye daha bir cesaretleniyorlar. İnsanlar bu yüzden hoşnutsuzluklarını, nefretlerini kustukları kişilerin karşılık vermesinden çok, dışarıdan, konuyla direkt alakası olmayan kişilerin müdahalesinden rahatsız oluyor. Çünkü nefretlerini gönül rahatlığıyla kusamıyorlar müdahale edilince. Nefret veya onlara göre nefret sayılmayan kişisel hoşnutsuzluklar, ancak kusulan kişileri ilgilendirebilir en fazla. 

Bir de nefret etme hakkını, sebepsiz hoşnutsuzlukları dile getirme hakkının kendilerinde var olduğunu zannediyorlar. İşin en tuhaf tarafı da birine karşı sevgisizliğini, hoşnutsuzluğunu dile getirirken bir sebebinin olması gerekmediğini savunuyorlar. Sebebi aslında başta da belirttiğim gibi geçmişten içselleştirilen toplumsal şekilciliğin uzantısı. Neleri sevip sevmeyeceği, nelerden hoşlanıp hoşlanmayacağı anlatıldığı gibi, göre-göre de şekilci birisi olup çıkıyorlar. 

Ben insanlık adına, sevgi adına, barış adına, eğer birilerine küçücük de olsa rahatsızlık verecekse, sebepsiz en küçük hoşnutsuzlukların bile dile getirilmesine müdahale edilmesi taraftarıyım. Çünkü insanlık, kendine zarar vermese de başkalarına yapılan haksızlıklara ve saldırılara karşı duyarlılık gerektirir. Ama içinde yaşadığımız dünyada nefrete karşı bir duyarlılık olmadığı gibi, içlerindeki nefreti tutamama gibi arızalı bir durum da var. Çünkü hala nefretle, öfkeyle, kinle egolarımızı tatmin etme aşamasındayız. 

Mesela bugünlerde trans bireyler ahlakçılık yapılarak evlerinden çıkartılıyorlar. Hem de Devlet tarafından. Sen şimdi "benim ahlakıma, adabıma uymuyor" diye bunu dile getirirsen, insanlar senin yüzünden kışın soğuğunda aç kalır, açıkta kalır. Sorsan ahlakçılık yapanlara insandırlar, vicdanlıdırlar ve bu kötülüğü duyarlılık çerçevesinde yapmışlardır. Peki evlerinden barklarından atılan insanlar insan değiller midir? Mantıklı düşünürsen sana nasıl zarar vermiş olabilirler? Para karşılığı seks yapmak ahlaksızlıksa, sen de para karşılığı seks yapmazsın, kendini korursun. Bu insanlar zorla mı cebinizden paranızı alıyorlar, zorla mı çüklerinizi kaldırıyorlar? Eğer siz yapmıyorsanız, bırakın translarla seks yapanlar kendi ahlaklarını kendileri korusunlar. Kim görevlendirdi sizi ahlakçılık yapmaya?

İşte Facebook'ta, Twitter'da ifade özgürlüğü kapsamında bol keseden nefretlerini kusanların uzantısının geldiği nokta. Ayşe'ye, Fatma'ya duyduğun sebepsiz öfke de nefrettir, eşcinsellere kıvırdığın burun da. Çünkü nefreti ahlakçılık ve cinayetle neticelendirenler, bu küçücük hoşnutsulukların yığınağından cesaret almaktadırlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder