7 Temmuz 2012 Cumartesi

Linç Kültürü

İki gün önce gazetelerde yer alan bir haber içinde bulunduğumuz kültürün çok net bir ifadesiydi. İstanbul Taksim'de Atatürk heykelinin üstüne çırılçıplak oturan bir adam kalabalık tarafından linç edilmeye kalkıyor. "Hurra" diye linç etme durumu sadece bu duruma mahsus bir şey de değil. Genelin değer addettiklerine ters olduğuna şartlanılmışsa, her şeye karşı linç boyutunda tepki gösterilebiliyor.

Bir insan toplumun yapısını bildiği halde, çok sert tepkilerle karşılaşabileceğini bile-bile niye böyle bir şeye kalkışsın ki? Ben halkı tahrik etmek olduğunu zannetmiyorum. Çünkü insanın ölümü pahasına böyle bir riske girmesi için tam da deli olması gerekir.

Peki insanlar, yani linççiler bunun böyle olabileceğini düşünemiyorlar mı? Düşünüyorlar da, bireyselleşemedikleri için, egolarını çoğunluktan aldıkları cesaretle kahramanlık yöntemiyle tatmin etmek ihtiyacından işlerine mi öyle geliyor? Çünkü bireysel anlamda varolabilmek çok zor düşüncelerin bile kitlesel olduğu toplumlarda. Yoksa heykele çıkan çıplak adam gibi linç edilirsin alimallah. Neden çıplaksın veya neden öylesin-böylesin diye anlamaya çalışmazlar bile.

Onlar için içselleştirdikleri doğru olarak kabul edilmiş kendi değerleri vardır. Başkalarının değerleri değer değil, olsa-olsa sapıklıktır, ahlaksızlıktır, saygısızlıktır. Öyle olmasa kendi değerlerini o kadar yüceltip dokunulmaz hale getirirler mi, kutsallaştırırlar mı?

Anlıyorum insanların varoluş dayanağı olarak değerlerinin olmasını. Benim de hayatıma katkı sağlayan, beni manevi olarak besleyen değer verdiğim şeyler var ama bunun savunusunu yaparken ölüm-kalım savaşına girmem hiçbir zaman. Kilit noktası da sanırım olayları, kişileri değerlendirip ona göre kontrol sistemini elinde tutabilmek.

Eğer benim değerlerime değer vermeyen bir kişi değerlerimi anlayamayacak ölçüdeyse, ben önce o değeri anlatmaya çalışırım ona. Körü-körüne değer savunmak neye yarar? Hatta o değerin çok da tutarlı bir tarafının olmadığını bile gösterir bu körü-körüne savunma şekli. Belki de o değerin anlatılacak bir önemi bile yoktur. Savunuyoruz, tahrik oluyoruz ama ne için savunduğumuzu bilmiyoruz. Onun değerli olduğunu söylemişler, biz de değerli zannediyoruz.

Bu son söylediklerim, yani değersiz değerlerin savunma durumu sadece son olayla alakalı değil tabi. Genel olarak içselleştirilmiş değerlere körü-körüne bağlanmıyor muyuz tabulaştırıldıkları için? Sorgulayamıyoruz bile kutsallaştırıldıkları için. Oysa o kadar değerli ve kutsallığı hak ediyorsa, içeriğini bilerek değer versek daha anlamlı olmaz mı?

Ben mesela değerlerimi insanlara anlatmaya çalışırım. Çünkü değer vermemin sebepleri var benim için. Tamam manevi değerler insanı mutlu eder ve o kadar da üzerine gitmemek, kurcalamamak gerekir ama gene de savunular birilerini linç etme boyutunda olmamalı. Biz değerlerimiz için birilerini öldürmek için mi yaşıyoruz? Değer bildiklerimiz bir insanın canından daha mı önemli? İnsan olmayınca "değer" diye bir şey olur mu peki?

Ben insanların insan oldukları için değer verilmemelerini, anlaşılmaya çalışılmamalarını hep cehalete, çözümünü de bilime eğitime değer verilmesine bağlıyorum ama başka makul ve mantıklı bir açıklaması var mı bu durumun? Bütün bu körü-körüne inanılan ve yüceltilen değerler için insanların öldürülmesi, geri kalmış cahil toplumlarda olmuyor mu?

Eğitim düzeyi yüksek gelişmiş toplumlarda bırakın sokakta çıplak dolaşınca linç edilmeyi, değer olarak benimsenen şeyler aleyhinde konuşulabiliyor bile. Çünkü oralarda eğitim ve bilim olduğu için fiziksel ve söylemsel eylemlerle gerçek değerlerin içinin boşaltılamayacağı biliniyor. Düşünce özgürlüğü olduğu için de insanlar düşüncelerini özgürce söyleyebiliyor. Ama "biz" kendimize ters olan her türlü eylemi küfür olarak algılayıp tahrik olabiliyoruz. Bilim toplumu olmanın farkı da, değerlerin ne olduğu bilindiği için her şeye tahrik olmamak sanırım. Aslında bu tahrikin sebebi bilinmezliğe verilen değerle beraber hayatın tatmin edici bir şekilde yaşanamaması da sanırım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder