Bunun toplumsal veya doğal olarak bir çok sebebi olabilir ama olumsuzlukların, standart altı yaşamın sorumlusu ve günahı toplumun genelinin aynası olarak idareyi ellerinde bulunduranların, bir şeyleri değiştirme fırsatlarını oluşturmayıp, değerlendirmeyip doğru yansıtmada bulunmamaları, iktidarı ideolojilerini alet edip kendilerini oraya getirenleri geniş kapsamlı ve uzun vadede düşünmemeleri.
Hayat dediğimiz süreç seçim süreci gibi dönemlik değil ki. İktidarı ele geçirmişken "ideallerimi gerçekleştireyim" diye bir bencillik olmaz, olmamalı. İktidar sorumluluğu kendine benzemeyenleri düşüneceğin, hatta kendini bu uğurda feda edebileceğin yer olmalıdır. Ama ne oluyor, kendine benzemeyenler yok sayılıyor.
İçinde yaşanılan dünyanın her bir parçasının düşünülmediği yapı ne kadar sağlam, sağlıklı olabilir? O yüzden depremler gibi her 10-20 yıllık süreçlerde toplumsal sarsıntı geçirip, yeniden ideolojik inşa süreçleri geçirmiyor muyuz? Temele her kültürden bir taş koyulsa o yapı yıkılmayacak, üzerine birbirinin çimentosu gibi benzerleri koyulacağı içinde sağlam kalabileceğiz.
Ama içinde herkesin temsil edilmediği bir yapıyı, herkes kendi haklarının gerçekleşmesi için haklı olarak yıkmaya çalışacaktır. Bastır, bastır nereye kadar? Bir gün birikmeyle fay hattı gibi büyük bir kırılma yaşanacaktır kaçınılmaz olarak.
Yaşıyoruz zaten depremleri hem sosyal hem de doğal olarak. Felaketlere felaket öncesi önlemleri almayarak, felaket sonrası yaralarımızı sarmaya çalışıyoruz. O yüzden yas toplumu, acı toplumu olmayı da içselleştirdik ve melankoliye bile dönüştürdük bu acıyı ne yazık ki. Belki bu da bağıra-bağıra bir acı yaşamayı ihtiyaç haline getiriyor. Çünkü bu acıları bile-bile geliyor ve tepkimiz belki kendimize, yapımıza, vurdumduymazlığımıza, bencilliğimize. Doğal bir acı yaşasak, medeni olarak saygı gereği sessiz bir şekilde acı yaşarız.
Bireysel acılar toplumsal duyarsızlıklardan oluşan bütünün bir yansıması. Bireysel bazda kalsa bu kadar sık karşılaşır mıyız? İmkansızlıklar içinde yaşamayı bile normalleştirip şükretmemiz öğretilmiyor mu? Her güzellikten sonra sanki bir lütufta bulunulmuş gibi "şükür" demiyor muyuz? Sömürgeci sistem birilerinin sırtından kazandıklarıyla "hak ettim demesini" çok iyi biliyor ama. Bir de kalkıp adaletten bahsediyorlar. Nasıl bir işveren, işçisinden daha fazla şey hak edebilir anlayamıyorum. Tamam senin doğuştan gelen bir girişimci, yaratıcı bir potansiyelin olabilir ama bu senin insan olduğunu unutmanı gerektirmez ki. Ayrıca tek başına yap bakalım ne yapacaksan? Tabi bu saatten sonra teknoloji ilerledi diyebilir, fabrikasyondan bahsedebilirsin. Açlıktan insanlar ölünce ürettiklerini kime satacaksın? E tabi onun da önlemini alıyorsun insanları eğitimsiz, bilgisiz bırakarak.
İktidarlar ne için çok çocuk yapın diyor. Bazı kültürlerin neden 10 tane, 20 tane çocuğu oluyor? Kapitalizme ve ideolojilere çoğunluk oluşturabilmek için.
Depremde ölen Yunus Geray işte bu ideolojilerin ve de sömürgeci sistemin kurbanıdır, doğal afet olan depremin değil. Yunus 10 çocuklu bir ailenin değil de, iki çocuklu bir ailenin çocuğu olsaydı (bütün aileler iki çocuklu olsaydı veya daha az), babası da kapitalist sistemin esiri mevsimlik bir işçi olmasaydı daha sağlam bir evde yaşar, evinde de bilgisayar olurdu, depremi de daha sağ-salim atlatırdı.
Yan-yana duran iki binadan biri çöküp, bir ayakta kalıyorsa, aynı yerde yaşayan bir insan ölüp, bir insan yaşayabiliyorsa, burada sadece çimento hırsızlığı yoktur, bilgi hırsızlığı vardır (ki bilgisizlik yaşanan felaketler sonrası daha da hissettiriyor kendini. Nefretler hala devam ediyor, yardımlar dağıtılırken koordinasyon sağlanamıyor, yaralılara nasıl müdahale edileceği bilinmiyor), kasıt ve duyarsızlık vardır.
Bunlar-iktidarlara (ama her türlüsüne), ideolojilere karşı gelmek bizim kültürümüze, bizim yaşam biçimimize ters mi? O zaman Dünya'nın depremine isyan etmeyeceksin. Yerküre çelikten yapılmış bir yuvarlak değil ki. Yapısında taş toprak barındıran, zaman-zaman kırılmalar, çökmeler, patlamalar olan, fırtınası, yağmuru, karı, kışı yazı olan bir doğal sistem. Kimse kimseye ceza falan kesmiyor. Biz duyarsızlığımızın kurbanıyız sadece. Biz diyorum; Duyarsız-lık-lara tepki göstermeyip duyarsız kalırsak, bu sorumsuzlukta bizim de payımız vardır çünkü.
Bir insanın fotoğrafının, özellikle çocukluk fotoğrafının olmaması o ailenin, o toplumun, o kültürün ne kadar yoksul olduğunun göstergesidir. Benim bir yaş altı tek fotoğrafım var 70'lerde doğduğum için. Ama Yunus 2000'lerin çocuğu olduğu halde hiç fotoğrafı yokmuş. Bakmayın bilgisayarların, internetin olduğuna. Bilgisayarın olması, internetin olması o kültürün zengin olduğunu göstermez. Biz bunları bir ihtiyaç değil, bir lüks olarak kullanıyoruz, bazılarımız Yunus gibi haftada bir saatliğine. Dünyada interneti, benzini en pahalı kullanan ülke değil miyiz? Sömürülmek için otomatiğe bağlanmış gibi hissediyorum kendimi. Bu pahalılığın karşılığında geriye dönense bilinçli bir birey olmak için bilgi değil, ideolojik özendirmeler ve dayatmalar.
Bulunduğun şehirde seni hayata döndürecek bir hastane yok (ki tedavi için başka bir şehire gidiyorsun), karnını doyurabileceğin bir iş de yok ama internet var! Ama bu internet hayatla bağlantıımızı sağlayamıyor çok acı ki. Yunus'un küçük kalbi daha fazla dayanamamış bu acıya, ama bizim mangal gibi yüreklerimiz var, bunu da atlatırız, pardon unuturuz! Neleri unutmadık, unutmuyoruz ki? Sahi dün akşam ne yemiştik?
Yunus polis olmak istiyormuş ve futbolu da çok seviyormuş. Can ve mal kaygısının üst seviyede olduğu bir dünyada çok doğru bir seçim değil mi sizce de? Hayatın garantisi, güvencesi iki meslek; Polislik ve futbol!
Yunus'la birlikte insanlık da ölmüştür, ruhuna fatiha! Çünkü insanlık can pazarında geç kalmış bir yardım olmamalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder